3 Kasım 2020 Salı

Karpuz Çekirdeği

1975 - Özbekistan - TASS HABER AJANSI
1975 - TASS HABER AJANSI \ ÖZBEKİSTAN
Her sabah doğan güneş ile beraber yola koyulur dedem. Elinde içi sulu, şekerli, ıslak, serin karpuzlar olur. Önce bizim evin kapısını çalar dedem. Alır beni evin kapısından. Beraber kocaman bahçede yetişen karpuzların arasında gezeriz. Daha çok o gezer, ben koşmayı severim. Rüzgar eteklerimi uçurur, ben yuvarlana yuvarlana, çamura bata çıka koşarım. Çoraplarımı yıkamaktan annem hep şikayet eder; "Bütün köyün batağını eve taşıyorsun" der. 

Dedem öyle demez ama. Çamurun sevdiği insanlar artık çok azaldı, der. Şanslıymışım bu yüzden. Çamurda oynamayı bilmeyen bir sürü küçük çocuk varmış. Ben ise neredeyse her gün dedemin bahçesindeki çamura en az bir defa düşerim.

Bu sabah çoraplarım kar beyazı olmuyor diye annem kızdı yine bana. Saçlarımı ördüğü sıra tarağın sivri dişleriyle vurmayı ihmal etmedi kafama; "Kafasız kız! İşin gücün haylazlık." Ben kıyafetlerimi giymeye giderken peşimden toka kutusunu da fırlattı; "Bugün de çamurlu gel de göreyim seni." Beni seviyor ama şu temizlik işlerini sanki biraz abartıyor annem. Yoksa büyüyünce ben de mi onun gibi olacağım? Bir yandan bunları düşünürken öte yandan elbisemin eteklerini düzelterek koşmaya başladım evin kapısına; "Kapı çaldı!" "Anne dedem geldi." "Kapı çaldı!" "Dedem geldi." 

Dedem elimden tutuyor her sabah olduğu gibi. Birlikte bahçenin yolunu tutuyoruz. Bu yörenin en güzel karpuzlarını yetiştiriyoruz biz. Dedem daima şöyle diyor; "Bu karpuzlar lezzetini çamura karışan çocuklardan alıyor." "O zaman bütün çocukları buraya getirelim. Karpuzlarımız daha lezzetli olur dede." dedim bu defa ben de. Güldü bana. Olur dedi, hiç itiraz etmedi. Annem olsa hemen itiraz ederdi ama. O çocukların anneleri de kızar mı acaba çorapları çamurlanıyor diye? Benimki çok kızar biliyorum. Ama kusurlu bir çocuk olmayı seviyorum ben. Mükemmel olmamayı, hata yapmayı, düşmeyi, kalkmayı, batmayı, çıkmayı... Üstü başı kirli olmayı seviyorum.

Bir araba yaklaştı bahçeye. Dedem ve bir iki adam arabayı karpuzla doldurdu. Beni kucağına alıp arka koltuğa bıraktı. O da bindi arabaya. Artık iyice seyrekleşen sakallarını kaşıdı. Araba hareket etmeye başladı. Merakla pencereden dışarıyı seyrediyorum. Soru sormamak için zorluyorum kendimi ama dayanamıyorum. "Dede! Dede!" Yüzünü bana doğru dönüyor. "Nereye gidiyoruz?" Dedem; "Karpuzlarımızı satmaya gidiyoruz." 

Aslına bakarsanız hiç istemiyorum bu karpuzları satmayı. Yani karşılığında para verilmesini. Karpuzları para için mi büyüttük yani biz? "Dede!" Yine arkasını dönüyor, yüzüme bakıyor. "Karpuzları satmasak olmaz mı?" Gülümsüyor. İçlerinden birini seçmemi istiyor. Bir seçim yapıyorum. Bir tane de kendisi seçiyor karpuz. Kendisi için seçtiği karpuzu kesiyor. Bir kısmını bana uzatıyor. Benimkini arabanın bir köşesine saklıyor. "Eve götürürsün bunu tamam mı?" diyor.

Araba duruyor. Karpuzumu da yedim. Artık gezebilirim değil mi? Dedemin gelmesini beklemeden iniyorum arabadan. Avuçlarımda biriktirdiğim karpuz çekirdeklerini toprağa koyuyorum. Dedem nasıl yapıyorsa aynı öyle. Önce çukur açıyorum ardından içine bırakıyorum çekirdeği. Toprakla örtüyorum yine üzerini. Karpuz çekirdekleri ile dolduruyorum toprağın bir kısmını. Ayakkabılarım, çoraplarım her zamanki gibi yine çamurlu. Kirli ellerim. Ama şimdi, karpuz çekirdeğini dolduracak kadar suya ihtiyacım var. 

Dedemi çağırıyorum yanıma. Ellerimi yıkamak istediğimi söylüyorum. Bir kapta su ile geliyor yolun kenarına. Ellerimin kiri akıyor. Yıkanıyorum. Annem görse duygulanırdı, sanırım. 

21 Temmuz 2020 Salı

Ölen Pençeler

Ölüyorum. Bugün ölüyorum. Haberin var mı? Üçüncü sayfadan küçük puntolarla verildi adım. Okumadın. Haberin var mı? Bugün ben ölüyorum. Gazetelerin üçüncü sayfasından küçük puntolarla verildi adım. Bir haberin içine sıkıştırdılar tüm hikayemi. Okumadın. Haberin var mı? Bugün ölüyorum ben.

Hayata sıkı sıkıya tutunmuş küçük bir kız çocuğuydum. Ölüyorum. Bugün. Evvelden ölü bedenler arasında gezintiye çıkıyordum. Hepsi kadındı. Bazılarının ruhları çevremde çığlık atıyordu. Şimdi. Ölüyorum. Çığlık çığlığa, can çekişen, nefesi boğazına dizilen kadınlar... Sevgiyle güzelleşecek yüzlerinde irili ufaklı morlar. Kemiklerini saran etlerinde çürükler tamamlıyor morları. Ve kurşun delikleri... Çöp tenekesinden çıkan uzuvlar. Hayat bir çöp kutusu gibi kokuyor şimdi. Okumadın. Ölüyorum. Haberin var mı? Ölüyorum. Bugün. Şimdi. Şuan. Ölüyorum. 

Ruhlar çevremde dört dönüyor. Saçları dağınık. Ağlıyor bazısı. Cevap gecikmiyor; "Zırlamaya başladın yine!" Ölüyorum. Bugün. Evvelden ölü bedenler arasında gezintiye çıkıyordum. Şimdi. Ölüyorum. Okumadın. Bir haberin içine sıkıştırdılar tüm hikayemi. Güçlü durmayı anneler öğretsin kızlarına. Korkmadığımızda daha güzel olduğumuzu, gücün içimizde olduğunu keşfedelim. Siz de reddedilmeyi bir komplekse dönüştürmeyin örneğin. Sineye çekmeyi öğrenin. Çok değil, biraz anlayın. Daha az kırın. Daha az öfkelenin. Kendinizi kontrol edin. Ölüyoruz. Teker teker. Ölüyoruz. Bugün. Şuan. 

Sevginin iyileştireceği kalplerin olduğuna inandıysam, suç mu? Sevgimi verip de iyileştiremediğim için mi suçluyorsun beni? Öldürmene engel olacak kadar sevgi dolu bir dünya olmadığı için mi?.. Sahi senin öldürmen mi daha büyük suç yoksa benim seni sevmem mi? Daha yeni başladık oysa... Halbuki; ağlayınca, zırlak, gülünce, hafif kadın, yelloz, yardım etmeye çalışınca yaşına başına bakmadan analık taslayan karı... Söylesene tüm bunların tamamını nasıl oluyor da bünyemde taşıyabiliyorum? Hepsini barındırdığım için mi hak etmiş oluyorum öfkeni? Ölüyorum. Ölüyoruz. İşte bugün. Karşında. Gözlerinin içine baka baka. Sizden hesap sorarak. Haberin var mı? Üçüncü sayfadayım. Okumadın. Gözlerinin içine bakıyorum. Kaçıyorsun benden ve öfkene sığınıyorsun. Beraber nefes alabilirdik oysa. Birlikte hayatın kokusunu içimize çekip "Oh be! Dünya varmış." diyebilirdik. Sen öfkenin kollarında olmasaydın. Sarılırdık bile. Şimdi. Ölüyorum. Ölüyoruz.

19 Temmuz 2020 Pazar

Bulgurseverler Derneği

Bayanlar baylar, Bulgurseverler Derneğine hoş geldiniz. Burada salçasız, sarımsaksız, soğansız bulgur pilavı pişirmek de yemek de yasaktır.

Dikkat! Dikkat! Bulgurseverler Derneği Başkanı Mehmet Celal Patavatsız konuşuyor. Bayanlar ve baylar Bulgurseverler Derneğine hoş geldiniz. Burada salçasız, sarımsaksız, soğansız bulgur pilavı pişirmek de yemek de yasaktır. 

Akşam eve gelecek. Son iki saat kaldı. Gün boyu evin kıyısını köşesini temizleyeyim derken saati akşam etmişim. İşten gelecek. Evde yemek yok. Gelsin kendi yapsın desem, beceremez. Hem yemeklerimi yerken kendinden geçişini seyretmeyi de pek seviyorum. Ettiği iltifatlar da cabası. 

Ocağı yakıyorum. Nenemin gözleri beliriyor ateşin içinde. Nereye gitsem benimle geliyor bakışları. Tencere ısınıyor. Önce zeytinyağı... Tereyağını sever Mehmet, az tereyağı da koyalım. Telefon çalıyor. Açıyorum, efendim Mehmet. Nasılsın diyor. İyiyim, işler nasıl diyorum. Dernek sakin bugün. Ne güzel diyorum sıkkın bir edayla. Acelem var canım sonra arayayım ben seni olur mu? Tereyağına sarımsakları bırakalım bakalım. Olur, akşama ne var yemekte? Pilav ve tavuk canım iyi günler. Sarımsakların ardından bulgur. Azıcık kavuralım şu bulgurları. Şimdi de su...  

Ocakta tüten duman evi sarıyor. Duvarlarda dumandan sarmaşıklar. Akşam güneşi perdelerden içeri sızıyor. İri ağaç yaprakları hafif esen rüzgar ile salon penceresine dokunuyor. Pencere pervazlarının beyazı grileşiyor. Küçük bir tırtıl pencere kenarından içeri girmeyi deniyor. İzin vermiyorum. Minik bir kağıt ile ait olduğu yere geri gönderiyorum. Seni özleyeceğim. 

Salonun yerlerini sabah temizlemiştim. Sıra koridorlarda. Şimdi oraları süpürmek gerek. Son yarım saat. Kapı çalarsa da güzel görünmek lazım. Sade bir güzellik de yeterli. Gösterişli olmak zorunda değil. Süpürge çok toz kaldırıyor. Mutfağın kapısını örtmeli. Yemeklere toz bulaşmasın. Odaların kapılarını ve pencerelerini açmalı. Toz dışarı çıksın. Evin havası düzelsin. Oda... Kıyafetler dağınık. Katlamak, toplamak lazım. Son beş dakika. Demir kapının sesi geldi. Merdivenleri çıkışından tanıyorum onu. Adım atışından. Kollarını iki yana açışından. Elli metre öteden, ilk görüşte... Anahtarla açmaya çalışıyor kapıyı. Koşup üst kilidi açıyorum. 

İki şişe gazoz. Poşeti yere koymayı deniyor. Ver bana diyorum. Hoş geldin. Burası Bulgurseverler Derneği diyor cevaben. Gülümsüyoruz. Kokuları içine çekerek mutfağa doğru yürüyor. Kapağını açıp pilav kaşığı ile içinden yemeye çalışıyor. Döke saça... Salça koymamışsın buna diyor. Ama yine de lezzeti yerinde. Tüm gece bulgura konuşuyor. Salçalı olacaktı. Salçalı olmalıydı. Bir dahakine salçalı yaptıracağım sana. Bulgur pilavı salçalı olur. Bulgurseverler olarak biz bu duruma karşıyız. Tek eksiği salçası. Her şeyi çok yerinde. 

Mehmet konuşurken, mutfağın, salonun pencerelerinden içeri mahallemizin kedileri, kuşları ve köpekleri giriveriyor. Kuşlar bulgura talim. Kediler ve köpekler tavuk için kavgaya tutuşuyor. 

Ellerine sağlık hanım.

5 Temmuz 2020 Pazar

Ekmek

Güneş... Her dakika biraz daha hissettiriyor artık yanımda olamayacağını. Güneş... Vakit ilerledikçe daha da uzaklaşıyor tenimdeki varlığı. Ve sıcaklığı... Günün en soğuk dakikaları sabahın ilk saatlerinde yaşanıyor derdi nenem. Üşüyorum. Sandığım kadar soğuk olmamalı burası. Çevredeki karanlığın serinliğine rağmen insanlarda nedenini bilmediğim bir tatlı telaş mevcut.  

İstisnasız hepsi biraz mahur adımlıyor yolları. Kiminin elinde içerisinde kırmızı, yeşil, beyaz eşyalar bulunan hışırtılı çantalar. İçlerinden birinin sırtında daha iricesi. İçini göstermiyor. Adamın suratında şikayetsiz bir gülümseme. Bir deniz kıyısındayız. Uyandığım kayaların yanında yol boyunca yürüyen kadınlar ve adamlar var. 

Kayaların üzerinde uyandığımdan beri en çok insan gördüğüm andayım. Adamın peşi sıra yürümeye başlıyorum. Yolda küçük çocuklar, yaşlı insanlar, başında kasket dedikleri başlıkları ile sakalını tarayan ihtiyar adamlar. 

Sırtındaki iri beyaz un çuvalını indiriyor yere adam. 
"Deniz usta yine formundasın bakıyorum." diyor gençten bir adam. 
"Sabah ekmeklerini yaptık Orhancığım, sıra öğle vaktine geldi."
"Ben de iki ekmek alacaktım, biri tam buğday, öteki beyaz."
"Yahudi böğreği?.."
"Annesi yasakladı bizim kıza boyozu. Her sabah yemekten artık iyice sivilceleri çıktı bunun diye şikayet ediyor."
"Haydi o zaman gel içeri de yengeyi daha fazla kızdırmayalım."

Onlar içeri giriyor. Ben uzakta sessiz sedasız onları izliyorum. Az arkadayım. Görebilmek için dönüp bakmak gerekiyor. Ancak kimsenin niyeti yok buna. Kendi cehenneminde yanan insanlar için başka bir sureti okumak kadar zor ikinci bir şey olabilir mi? Evet... O suretin acılarına, sırtındaki çıbana merhem olmak. 

Deniz usta ekmek yapıyor. Sokaktaki küçük büyük herkesin gözü onda. Ben de pek severdim nenemin ekmeklerini. İçine her şeyden çok sevgi katardı, bunu bir ben anlardım. Herkes bilirdi sevecen, yüreği geniş, bilge bir kadındı ve fakat kimse ekmeklerindeki bereketin gönlünden geldiğini anlayamazdı. Acaba Deniz Usta'nın ekmekleri de neneminkiler gibi midir? Çocuklar seviyorsa bu adamı bence  benziyordur. 

Deniz Usta'nın yanına doğru ilerliyorum. İçerisi sıcak. Tenimin sabah saatlerine, serinliğe meydan okuyan sıcaklığı iyiden iyiye artıyor. 
"Deniz Usta" diyorum.
"Buyrun!" diyor. 

Çevremde bir karanlık peydah oluyor. Bedenim hafiflemeye başlıyor. Nenemi yakan, beni buralara kadar savuran ateş, yeniden beliriyor gözlerimde. Bu defa ne yanan insanlar var ne de alevlerin arasındayım. Gökyüzü. Yüzümle, etimle, kemiğimle gökyüzü oluyorum. Yavaş yavaş yerden yükselmeye başlıyorum. Uçuyorum diyemem. Belki cennete gidiyorum? Bu huzurlu yükseliş. Ve bitmesini hiç hesaba katmadığım yolun sonuna geliş. Yolun sonuna varmamak değil miydi ilk kuralı bu oyunun? 

Bir yarık içerisinde yanan koca ateş. İçinde pişen çeşit çeşit ekmek. Her ekmeğin kendine has kokusu. Onlar bana karışıyor. Ben de onlara karışıyorum. 

Sadece benim gördüğüm bir rüyadayım. Bu düş bittiğinde hepimiz kendi rengimizde, kokumuzda uyanmış olacağız. Gökyüzü bana ben gökyüzüne karışıyorum. Başı ve bitişi belli olmayan bir döngüdeyiz. Dönüyoruz. Dönüyorum. Yeryüzünden gökyüzüne. Yerden göğe. Gökten yere. 

28 Haziran 2020 Pazar

Araba

Toprak bağrına basıyor, beni. Tenimde, kaygan küçük solucanları, sıçan mıyıklamaları, kulaklarımda hüzünlü bir ezgi. Ölümün ezgisini söylüyoruz, toprağın altındayız bugün. Toprağın altındayız. Sınırların silikleştiği bir yerdeyiz. Kim nerede başlıyor? Ben nerede bitiyorum? Seni nerede var etmeye başlıyorum? Bu döngünün neresindeyim ben, sen neresindesin sahi birbirimize nerede karışıyoruz?

Bebeklerin Bisküvi Partisi bir ölümü getirdi beraberinde. Bedenimi alıyor toprak, içine. Yüreğinin en derininde, saklıyor, gizli saklı, bir sevgilinin belirsizliğini taşır gibi gönlünde. Sessiz sedasız, imzalar gibi, bitimsiz bir yolun daimi yolcusu olma sözleşmesini. Yoldaşların kimler? Ben de yanında mıyım? Az arkandaydım. Ve şimdi? Toprağın altındayım. Seninle burada karışıyoruz birbirimize...

Topak topak toprağın içindeyim. Köstebek yavruları alnıma basıyor. Yüzümü kokluyor anneleri; "Yenir mi? Yenmez mi?" diye hesap ediyor içinden. Diliyle tadına bakıyor ölü gövdemin. Isıracak. Gözlerimi kapatıyorum. Örülmüş rengarenk örümcek ağları görüyorum göz kapaklarımda. Önce kırmızıları çok yeşilleri az, ardından kırmızıları yeşile yeşilleri maviye dönüyor. Örümcek ağı yavaşça iç içe geçmiş mavili yeşilli halkalara evrilmeye başlıyor. Kulaklarımda Huzur Ata'nın atların ayağına nal çakarken çıkardığı ses ile çığlık atan çirkin sesli kadınların sesi arasında bir ton peydah oluyor. Yumuyorum gözlerimi. Bir daha asla açmayacağım... Gökyüzü...

Halkalar gitmiş, karanlık yitmiş, gökyüzünden bedenimin en içine kadar giriyor hayat ve kokusu burnumda tütüyor, hasreti. Ne çok özlemişim hayatın kokusunu... Hiç içime çekemediğim bir kokuyu nasıl oluyor da böylesi özleyebiliyorum? Yüreğimin içine sokuşturayım, orada kalsın, gidemesin bir yere, öylesi bir arzuyla sarılayım, dinsin, dinebilirse, dinsin, isteyebiliyorum? Yerimden doğrulmayı deniyorum. Sinemden içeri ılık bir hançer yiyorum. Keskin acısıyla birlikte alnımdan, sırtımdan serin terler boşanıyor.

Başucumda garip giyimli adamlar ve kadınlar toplanıyor. 
Uzun boylu uzun saçlı adam; "İyisin, birazdan geçer. Küçük bir ısırık sadece."

Kimsiniz siz? Tanımıyorum ben sizi. Ne işim var benim burada? Torağın altında değil miydim ben? Parti kurmuştuk, tüm kavgalardan öte bir grup insan olacaktık biz?.. Nerede onlar? Siz kimsiniz? Bisküvisini kemiren küçük kız nerede? Onu kucağına alan delişmen adam ya?.. O da mı gitti yoksa? Yoksa hiç göremeyecek miyiz birbirimizi?

"Haydi bizimle gel sen de?"
"Nereye gidiyoruz?"
"Yola çıkıyoruz. Göl kenarına kamp kurmayı düşünüyoruz, haydi sen de gel, sonra ayrılırsın bizden."
"Hangi göl?"
Küçük bir kız çocuğu, pantolonunu yukarı çeker; 
"Saklambaçlı Göl" 
"Nasıl?.."
Uzun boylu uzun saçlı adam dudağının sol tarafını yukarı doğru çekerek, yanağındaki çukuru belirginleştirir; 
"Saklı Göl."
Yerimden doğrulmaya çalışıyorum;
"Daha iyi bir seçeneğim yok."
Küçük kız kıvırcık saçlarını sallayarak meraklı gözlerini üzerime dikiyor;
"Arabanın arka kısmı benim." 
Annesi gülümsüyor; "Arka koltukta oturabilirsin."
"Araba mı?"
Işıltılı gözlerinde sevecen bir bakış ile süzüyor beni zarif kadın;
"Buralarda şu emektar olmasaydı heba olurduk, hem gezemezdik hem dinlenemezdik."
Küçük kız ekliyor;
"Uyuyamazdık, oyun oynayamazdık da... Değil mi anne?"
Zarif kadın burnundan nefes vererek gözlerini kısıyor, göz kenarlarında biri yukarı biri aşağı iki yay beliriyor;
"E haydi o zaman."

Arabaya biniyoruz. Yanımızdan yeşil ağaçlar akıyor. Dilşah'ın sırtındaki gibi ama daha az özgürüm burada. Rüzgar saçlarımı taramıyor, suratımı okşamıyor. Kız çocuğu yanımda, dışarıyı seyrediyor. Bisküvi kemiren küçük kızı gördüğüm yerdekiler gibi bu kutu da... Araba... Kutu... Dilşah... Araba... Kutu... At...

Vardığımız yerde berrak bir su birikintisi mevcut. Güneş çekiliyor gökyüzünden. Gölün çevresini saran yeşil örtü üzerine yansıyor. Sudaki aksini seyreden otlar; "Bugün kimi ağırlayacağız acaba?" Araba duruyor. İlkin kadın iniyor. Ardından kız ve ben. Adam arabayı ileri geri hareket ettiriyor. Anlam veremediğim bir şekilde, hizalamaya çalışıyor kutuyu... 

Suyun yakınına doğru yürüyorum. Suretim yansıyor gölün berrak sulardan aynasına. Ayaktaydım. Oturuyorum. Artık oturup seyrediyorum aksimi. Acelem yok. Buradayım. Bekliyorum. Suyun üzerine vuran ışıklar buradan göçene kadar keyfini çıkaracağım. Giderse?.. Madem gitmek istiyor, gideceği var, varsa gitsin. Durmasın buralarda benim için. Gün batarsa uyurum ben. Ertesi gün uyanırım nihayetinde. Kapat gözlerini. Sudaki aksine bakacak gücün yoksa. Uyuyalım. Uyuyayım. Güneş batıyorsa. Gidiyorsan.

21 Haziran 2020 Pazar

Bisküvi

Doğrularımızı, yanlışlarımızı, iyiliklerimizi ve kötülüklerimizi yakıyor beni de içine alan ateş. Zamanımızı ve mekanımızı alıyor. Öncemi de sonramı da yok ediyor. Ruhuma oddan bir parça üfürüyor. Dilşah ateşe karışıyor. Yalnız başımayım alevlerin arasında. 

Kimsesizim, hısmım da hasmım da yok. Baksan ne cismim ne de resmim görünmez. Toroslar'dan çığ da düşse sönmeyecek bir yangının içindeyim. Çünkü; 'barınağım gönül denen yer benim'.

İlerliyoruz, Şahdeniz'den öteye geçiyoruz. Geçtiğimiz yerlerde dumanlar, yangınlar bırakıyoruz. Ne varsa insanların sıkı sıkıya sarıldığı, hepsini odun ediyor yangın. O olmadan olmaz dediğimiz ne varsa, vazgeçiyoruz birer birer gereksiz öfkelerimizden, kıskaçlarında sıkışıp kaldığımız derme çatma fikirciklerimizden. Bundan gayrı her şeyin adı ikircik olsun.

Ayaklarımı, ellerimi, yüzümü, beni değil nenemi, Dilşah'ı, oba halkını, dokunduğu her şeyi yakıyor. Bir beni yakmıyor. Artık ne nenemin Nihalkız'ıyım ne de oba halkının pek küçük pek güzel Gülnihal'i. Alevler ilerliyor. Dağlar tepeler aşıyoruz, adına asfalt dedikleri duman rengi yolların üzerine bırakıyor beni. Yangın bedenimin her köşesinde, ayak tabanlarımda, avuçlarımın içinde, yanaklarımda... 

Karşımda küçücük bir kız çocuğu, annesinin kucağında, oynaşıyorlar. Çevrelerinde tek tük ağaçlar onlara eşlik ediyor. Bala elindeki bisküviden bir ısırık alıyor. Bir yandan nerede olduğumu düşünüyorum bir yandan olanları seyrediyorum. Nenemin bana baktığı gibi bakıyor küçük kıza. Sevgi dolu... Anne kızı ile, küçük kız bisküvisi ile ilgilenedursun, öteden delişmen bir adamın sesleri duyuluyor. 

"Hişt kız!" Kucağında çocuğu ile ilgilenen kadına doğru yaklaşıyor. Yüzünde muzip bir ifadeyle küçük kıza omzundan dokunuyor. 

"Hangi partiyi tutuyorsun sen?" diyor. Bala adamın yüzüne bakıyor bir süre. Neden sonra elindeki bisküviyi havaya kaldırıyor. 

Yüksek sesle; "Şükrü bey'in hayırsız damadı geldi, Sevim koş!" diyerek çocuğu ve annesini alıp yürümeye başlıyor adam. Sessiz sedasız peşlerine takılıyorum. Ah neresi burası bir bilsem!.. Yolların rengi neden duman gibi, neden böyle ilginç giyiniyor insanlar öğrenebilsem.  

"Nereye gidiyoruz?" diyor kadın adama. 
"Anıtpark'a" diyor adam. 

Yürüyoruz. Sağımızdan içinde insanların olduğu yollarda kayan kutular geçiyor. Dilşah'ı süslediğim gibi süslemişler bazılarını, bazıları tozlanmış, bazıları gri, bazıları beyaz, bazıları siyah... Yürümeyi bırakıyoruz. Geniş bir düzlükteyiz. 

"Kız, Şirin gel bakayım kucağıma." diyor adam,
"Ne oldu?" diyor bu sefer annesi.
"Bisküvi Partisi'ni kuracağız Şirin kızla."
"Anıtkabir dolaylarında mı?"
"Onun da hoşuna giderdi bence." diyerek Şirin kızı omuzlarına alıyor.

İki elini havaya kaldırıyor Şirin kızın, sesini yükseltiyor adam; "Bebeklerin Bisküvi Partisi!"

Az arkanızdayım. Dönüp baksanız göreceksiniz. Bebeklerin Bisküvi Partisi'ni beraber kurduk. Çünkü hem yakınınızda hem uzağınızdayım. Az arkanızdayım. Biraz buralıyım ben biraz da ötelerin insanıyım. Dönüp baksanız göreceksiniz. Bitmek tükenmek bilmeyen bir yolun yolcusuyum. Biraz sizden biraz onlardanım. Az arkanızdayım. Fikirciklerden kafesciklerin ikirciklerindeyim.

Toprağın üzerine uzanıveriyorum. Toprak zemin bedenimi bağrına basıyor. Gökyüzü kararıyor. Bedenimi sarıyor toprak. 

14 Haziran 2020 Pazar

Gülnihal

Mutfaktayız, oba halkına yemek yapıyoruz. Elleri titriyor, bakışları durgun, surat kasları gevşek, dili bağlı, sesi yorgun... 
Çömlek tencerede zamanı eritiyor. Ateş çömleği yakıyor. Ateş zamanı eritiyor.

Eriyen zamanı emerek pişecek keşkek.

Ateşe bakıyorum, ateş bana bakıyor. Gözlerini gözlerime dikiyor. Gözlerimi eritiyor. Işığımı çekiyor. Alevler, acıları büyütüyor. Büyüdükçe büyüyor ateş. Meydan okuyorum acılarına. Ateşe, acılarına meydan okuyorum... Nazara nazar, inada inat yemin ettim acılarını yakacağıma. Nazara nazar, inada inat yeminlisin zamanımı eriteceksin. Soruyorum acılarını yaksam sen yine sen olur musun? Zamanımı eritsen hamlıktan kurtulur muyuz?

Yaşlı kadın çadırın arkasından buğday istiyor. Ardımdan, "Darı da getiriver." diyor. 

Sesini tanıyamıyorum bugün. Umut dolu, hayat dolu sesi bugün yok. Alışık değilim bu tınıya, sanki bir yabancı kulaklarımda yankılanan sesin. Tanımaz, bilmez beni; "Nihalkız" diye sevmez, saçımı taramaz yıllar yılı, başımı okşamaz, gözlerimi devirdiğimde anlamaz kırıldığımı, sanki nenem değil kat kat yabancı bana... 

Var bu işte bir aksi alamet. 

Bir avuç darıdan, bir avuç buğdaydan alıyorum elime. Dönüyorum ardımda ateş harlanmış, harlandıkça harlanmış... Nenenin boyunu, zamanın şanını, haddini aşmış, Tanrı Dağları'nın tepesine varmış. Kara dumanlar sarmış her yanımızı... Nenemin dili bağlı, bakışları durgun, elleri titriyor, topluyor çömlek parçalarını... 

"Nene iyi misin?" diyorum. 
"İyiyim" diyor.
"Neden böyle oldu?" diyorum.
Ürküten serin kanlılığıyla; "Bilmiyorum." diyor.

Ateş yürüyor dağların ardına. Dilşah dört nala yanımda bitiyor. Düşüyoruz yola. Ateşin peşine düşüyoruz. Ateş yürüyor biz koşuyoruz. Dumanlar etrafı sarıyor biz büyüyoruz. Gök kararıyor. Karardıkça kararıyor gökyüzü. Gökkuşağı renklerini siyahın tonlarına bürüyor. Ateş yürüyor sıra dağların ardına. Peşine düşüyoruz... Düşüyoruz, kalkıyoruz, duman etrafımızı sarıyor. Ateş yürüyor biz koşuyoruz. Dilşah dört nala... Koşuyoruz, düşüyoruz kalkıyoruz, yola düşüyoruz.

Görüyoruz, tozu dumana katmışız. İz bırakmışız. Yollarda izlerle birbirimize karışmışız. Ne bir yere varmışız ne gözlerinizle görüşmüşüz. Toz duman dinmiş, sıcaklık yükselmiş. Dilşah da ben de şaşkınmışız.

Ateş yayılıyor, yayıldıkça içinde başka suretler beliriyor. Beli ince, bileği ince kadınlar, nenem ateşlerin içinde. Alevlerin teninde dans ettiği gençler, yaşlılar, yüzlerce yüz. Ateş yayılıyor, yayıldıkça yayılıyor alevden adamlar. Çatık kaşlı, ince suratlı, sert bakışlı, kömür yüzlü, elleri, vicdanları kupkuru insanlar. Kurumuş insanların ayakları yamulmuş. Şehla gözlerinde biraz acı, biraz haz, bir tutam pişkinlik, bir avuç ar sırt sırta... 

Dilşah şahlanıyor alevlerin arasına dalıyoruz. Ateş sarıyor bedenlerimizi, dans ediyoruz alevleriyle... Pişiyoruz, yanıyoruz oysa çömlek yok. Keşkek oluyoruz alevler içimize işliyor. Toynaklarımızla, gözlüklerimizle, tenimizle, yelelerimizle, saçlarımızla, yok oluyoruz, eriyoruz, birbirimize karışıyoruz. 

Anı paylaşırız bir top alevin içinde yanarız. Bir bakarız benim bittiğim yer senin başladığın yere karışmış. Sonu neresi başı neresi bu ateşin? Kim nerede?.. Nereye dokunuyor?.. Günlerden hangi gün? Saat kaç?.. Geçeriz bunları. Akışa bırakırız kendimizi. Yanmak da sönmek de ölmek de dirilmek de gelmek de gitmek de görmek de dokunmak da almak da vermek de anlamsızlaşır. Her şeyimizi kaybederiz, bir oluruz. Ne sen ne ben kalır. Anı paylaşırız... Olmaz mı?.. 

Dünya dönüyor. Bir deveranın öyküsünde dönüyoruz. Başı neresi sonu neresi bu ateşin? Kim nerede?.. Toynaklarımızla, gözlüklerimizle yok oluyoruz and içiyoruz kül etmeye acılarını. Dönüyoruz. Gözlerimiz kapanıyor. Dilşah nerede? Bilmiyorum. Dönüyoruz, gözlerimiz kapanıyor. Yitiriyoruz anlamları. Başı neresi sonu neresi bu girdabın? 

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Göçen Kervanın Yolcularına

Evvel zaman içinde... Ahir zaman peşinde...

Ölmüşsünüz... 

Doğmuşsunuz... Büyümüşsünüz... Yaşlanmışsınız... Ölmüşsünüz... 

Önce bilmiyordum... Sonraları haberim oldu. Ölü bedenlerinizi toprağa bırakmışsınız... Bir bir... Buluşacağım diyormuşsunuz... Onunla... Onlarla...

Efeymişsiniz siz... Anaymışsınız... Bacıymışsınız... Yüreği çatal... Kaşları yay... Bakışı haşin... Lafı sözü kuvvetli... Yorgunmuşsunuz... Anlıyorum... Fotoğrafınızdan... Gülümsemişsiniz... Hepiniz... 

Saadetmişsiniz siz... Ufukmuşsunuz... Ateşmişsiniz... Kormuşsunuz... Kıvılcımmışsınız... Babaymışsınız... Cananmışsınız... Mürüvvetmişsiniz... Seyyidmişsiniz... Fethiymişsiniz... Egeymişsiniz... Toprağının yiğitlerindenmişsiniz... 

Kiminiz avuçları kınalı bacıymış... Kiminiz yüreği yanık anaymış... Kiminiz de yüreği çatal birer efeymiş... 

Yangınmışsınız siz... Anadoluymuşsunuz... Toprağımmışsınız... Kademimmişsiniz... Adımmışsınız... Adımımmışsınız...

Bir hamur bekliyor şimdi ustaların ellerinde. Yoğuruluyormuş... Yoğurulmayı bekliyormuş... Kıvamını feleğin çemberine borçluymuşuz hamurun. 

Kaderin cilvesine...

Siz ölmüşsünüz, kader cilvesini yapmış sonra... 

Evvel zaman içinde... Ahir zaman peşinde...

Ölmüşsünüz... 

Doğmuşsunuz... Büyümüşsünüz... Yaşlanmışsınız... Ölmüşsünüz... 

Kader cilvesini yapmış sonra...


29 Mayıs 2020 Cuma

Liman

Beraberiz. Kusurlarımızla beraber. Artılarınızla, eksilerinizle, sahiplenmenizle, öfkelenmenizle, acaba kaybediyor muyum diye endişelenmenizle... Her şeyimizle... Beraberiz.

Sahi arasam da ne kusur bulurum sizde? Orası meçhul. Beraber hazırladığımız kahvaltı masalarımızı özlüyorum. Çayımızı doldururduk beraber, domates ve salatalığın üzerine zeytinyağı gezdirirdik. Beyaz yumurtaların da... Beyaz yumurtanın üzerine kekik ekerdik. Zeytinyağının yanında...

Eğer kahvaltı Kadıköy'de ise Eylül Pastanesi'nin arkasından alırdık simitlerimizi. Az yemek için çaba sarf eder, bazen beceremezdik. Yanımızda üçgen peynirimiz, küçük mutfak balkonu mabedimiz. 

Kendimi sevmeyi sizinle öğrendim. Bana beni öğrettiniz. Ayna tuttunuz siz, sizler... Ne zaman darlansam açtınız kapınızı da yüreğinizi de... 

Biz bütün ekmeği ortadan bölmedik hiç. Çünkü birbirimizi bulduğumuzdan beri diyetteyiz, bilirsiniz siz. Zahmetin rahmete kapı araladığını sizden öğrendim. Size benzedim, gün geçtikçe size doğru evrildim. 

Rüyalar anlattı, ellerim sizin elleriniz gibi olacak. Kuşaktan kuşağa aktarılacak sizin de zamanında aldığınız elin manası. Günleri bitirdiğimizde beraber... Eve dönüşte zaman dar değilse vapuru seçtim ben hep. Limandan limana yolculuk ettiğimi anlayayım diye. Hem deniz, İstanbul'un boynunda başka güzel. 

Beraberiz. Kusurlarımızla beraber. Çıktığım her yeni yolculukta verdiğim kayıpları, kaybettiğim canları, bünyemdeki zehri temizlemek, güverteye paspas cila çekmek için dönüp dönüp demir attığım limansınız. 

Artılarınızla, eksilerinizle, endişelerinizle, yaşınızla, saçınızla, kaşınızla, beyazınızla, evlat diye bağrınıza basışınızla, öfkelenmenizle, kaybetme endişelerinizle... Her şeyinizle... Turuncu yapraklı pazen eteğinizle... Kapıda abla diye karşılayan minik kopyanızla... Evin büyük kızı olmanın sorumluluğuyla... Limandayız... Beraberiz...

28 Mayıs 2020 Perşembe

Kaçış

En çok bana ithaf ettiğin şarkıları dinlemeyi seviyorum. Yollara, duvarlara, zincire vurulmuş kilitlenmiş kapılara rağmen... Avuçlarımın ayasından havaya karışan şeyin adı sevgi. Saygı... Şifa...

Sanki karşımdaki sandalyeyi çekip oturmuşsun. Gözlerini üzerime dikmişsin; "Ne yapıyor bu?" diyorsun. "Benim gibi bir adamda ne buluyor? Yakışıklı değilim. Karizmatik de sayılmam. Para desen?.. Çulsuzun tekiyim. Ne buluyorsun bende sen?" 

Pikapta Gabriel Faure'dan Pavane. Bilirim. Sen çok sevmezsin opera... Baleyi de operayı da gerçekçilikten uzak buluyorsun. 

Avuçlarımın ayasından sana karışan... Benim... Gözlerindeki anlamın yuvası da burada. Uzaklara gitsen... Seni, patavatsızlığını, deliliğini, vahşiliğini, isyanlarını, çıkışlarını, öfkelerini anlayamazlar. Dindiremezler... 

Uzaklara gitsem... Beni, sessizliğimi, tebessümlere sardığım gözyaşlarımı, karanlıkta bulduğum huzuru, akıllı davranmak zorunda kaldığım için deliremediğimi, onların kuralları arasında nefessiz kalıp boğulduğumu anlayamazlar. Beni kabuğumdan çıkaramazlar.

Taşıdığın sirke zehir kesiyor. Az kaldı öldürecek seni. Korkuyorum. Öldürecek seni. Yavaş yavaş saracak benliğini. Korkuyorum. Elbet var bir çaresi. Deliliğinin, taşkınlığının, takıntılarının, anlattıklarının, yutkunduklarının var bir reçetesi. Gecenin toynaklı kolları sarsın seni, bırak kendini. 

En çok insanların iki yüzlülüğüne isyan edişini seviyorum. İçimden geçen ne varsa onlara karşı, birer birer söylemeni... Mütemadiyen... Yutkunduklarımı... Açık yürekliliğini... Kaybetmeyi göze alabilmeni... Acı bile çekecek olsan... Göğsünü gerebilmeni zorluklara... Hep zoru seçmeni... Hep tam siper savaşa hazır oluşunu... Menfaatini düşünmeyişini... 

Gözü pekliğini seviyorum en çok. Söylem değil eylem insanı olmanı. Ben seviyorum diye operalara katlanmanı. Seviyorum, içindeki zehri seyreltmeyi.

Ancak senden kaçamayacağım anlamına gelmiyor bu. Gelse keşke. Gelseydi. Gelebilseydi. Onlardan kendime, kendimden sana kaçıyorum. Senden de kendime kaçacağım. Sonra kendimden sana. Kendimden onlara. Onlardan sana. Senden onlara. Onlardan bana. Benden sana. Senden bana. 

Benden size...

 

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Kartondan sınırlar

Geçmişe açık geleceğe kapalı kapılar... Gelen güzelliklerin gitmesinden korkan insanlar... Kaybetmek. Kartondan sınırlarda gümrük bekçileri... Beklemek. Girişleri yasaklamak. Kapatmak. Korkmak. Arpadan da buğdaydan da olmak bir yerde sözün özü.

En güzeli kartondan sınırlar inşa etmek!? Dokunsa yıkılacak. Dokunup yıkmak isterse... Yerle bir olacak sınırlar. 

Ardında kuvvetli bir sine. Hastanın buz kesmiş ellerini eritecek. Şifalı bir sine. Delişmen bir oğlan çocuğunu büyütür gibi. Hırçın dalgaların vurduğu bir kaya gibi... 

Çekip içine zararlı ne varsa toprağa bırakacak. Ağaçlar gibi. Özveri ile işleyecek seni iğne oyası gibi. Hafize teyze gibi. 

Belki yıkacaksın kartondan sınırları. Belki yağmur yağacak düşecek barikatlar. Belki fırsat bu fırsat deyip aşacaksın gümrük bekçilerini.

Belki teslim olacaksın. Belki gelip bozacaksın tüm dengelerimi. Kalıcı izler bırakacaksın. Yeni sınırlar inşa edeceğim. Yine kartondan. Bu defa mukavva... Bir ihtimal, mücadeleye devam edeceksin. Bir ihtimal daha var. Vazgeçeceksin. Sonra ne buğdayım kalacak ne de arpam...

Sen uzaklaştıkça sınırlarım genişleyecek. Duvarlarım. Yükselecek. Evirip çevirecek kartonu duvar ustaları. Kartondan sınırları şato duvarlarına... Evirip çevirecek. Gümrük bekçilerinin eline kılıçlar, tüfekler verilecek. Toprakları ekip biçecek bir sınıf üreyecek içeride. 

Buğday ve arpanın yanında pirinç de yetişecek. Gönül toprağı bereketini can suyundan alacak. 

Kartondan sınırlar... Korkudan sınırlar... Elindekinden olmanın korkusu... Kaybetmek. Bölük bölük askeri yabancıların üzerine salmak. Gaz ile ateş ile kurşun ile yürümek ahengin üzerine. 



26 Mayıs 2020 Salı

Kırk ince belli kız

Aşktan bir duvak yaptım saçlarıma. Örgülerimin ucuna renkli kurdelalar bağladım. Uçlarından salınıp dökülüyor umutlarım. Işıklı yollardan karanlık adamlar yaklaşıyor. Duvağımı açıyor kirli pençelerinden haset saçan üçüncü şahıslar. Sağ elim sola, sağ duvarları sol duvarlara yolculuk ediyor koca salonun. Duvarlar eziyor çocukluğumu. Masumiyetimi. Muzurluğumu.

Sahnedeyim. Sahnede iş yapan şey asalet. İkimiz de biliyoruz; bu oyunu oynayacağız. Küçük bir iskemlenin üzerine çıkıyorum. Gözlerim seni arıyor. Işık ışık bana bakan göz bebeklerini. Aralıklarından umut fışkıran kusurlu dişlerini; gülüşlerini. Beni sevişini. Arıyorum. Uzaklardan adım adım gelişini. Karanlığın bana dokunuşunu hissediyorum. Beni karanlık ve pis dünyasına çekişini fesat dudaklarının. Aşkın aşktan başka bir şey kokmadığını yeniden öğretiyorsun bana. Kaç zaman sonra yeniden duyuyorum bu kokuyu. Bir bodrum katına iniyoruz hep beraber. Kırk ince belli rocker kızdan biri postallarıyla basıyor tekmeyi dağınık metal yığınına. Fişi söküp yeni bir prize takıyor.

Pırıltılar sarıyor çevremizi. Bir renk şöleninin içindeyiz. Yüzülmüş derilerin, çürük et kokularının içindeyiz. Yaşayan ölülerin arasında yürüyoruz. Gülümseyen suratımızla bir uyanışın lokomotifi mi olacağız yoksa?..

24 Mayıs 2020 Pazar

"Sizin eseriniz"

Kapı açık. İçeri girebilirsin. Bana, odama, bendeki akışa dahil olmanda bir sakınca yok.

Gözlerin... Altı çukur gözlerin. Bakıyorsun bana. Durgunsun. Yüzünde sade, sevimli, çocuksu bir gülümseme. Yirmilerin başındayız, sen ve ben... Hatırlarsın, ne çok geçerdik kırmızı sınıf kapısından. Gözlerin... Açılıp kapanırken gıcırdayan kapıları hatırlatıyor. G şubesiydi, beş sınıf geçtik. Bir dönem duvarları lila... Kapıları kırmızı...  Ben ayrıldım sonra sizden. Senden. 

En çok boyası kalkmış rutubetli duvarın önünde sınıfça çekildiğimiz fotoğrafı seviyorum. Arkada mevsim şeridi vardı. Onda sen yoksun. Sınıfımıza sonradan dahil olmuştun. Ama yine de ilköğretim hayatımı düşündüğümde ilkin yüzün geliyor aklıma. Okul servisinde yan yana oturduğumuz ilk gün... Böyle tanışmıştık. Bizim sınıfta olacağını bilmiyordum. Arkadaş olacağımızı da... Ama yollarımızın ayrılacağını biliyordum. Biteceğini bilerek başlamaz mıyız bütün ilişkilerimize? Çünkü hiç olmadı ölüm ayırır insanı.

Kapıda bekleyip ders zili çaldıktan sonra; "Öğretmen geliyor!" diye bağırdığımız, koridorda koşturup doktorculuk oynadığımız günler artık uzaklarda. Beyaz önlüklerimiz vardı. Kimimiz doktor oluyor, kimimiz hemşire. Ama hepimiz doktor olmak istiyor. Bugün oynayabilseydik eğer doktor olmak istemezdim. 

Kimin bir sorunu varsa öğretmene yetiştirip, çözüm bulunması için ispiyon ederdim. İnsanın sorununu tespit etmek ve çözmek gerekiyor çünkü. Dişin mi ağrıyor? Öğretmene söylemeli. Ecza dolabında ilaç vardır. O bulup sana verir. Sınıfta kavga mı çıktı? Hemen yetiştirmeli. Kavganın neden çıktığını bulup ara buluculuk etmeli. Küfür mü ediyorlar? Öğretmenler odasının kapısında bekleyen nöbetçilere "Öğretmenimle görüşmek istiyorum." demeli. 

Beklerken kapıda Mustafa Kemal Atatürk imzalı "Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!" diye tabloyu okumalı.

Türkçe dersi, "Kurallı bir cümle ama, ve ile başlamaz, çünkü ile bitmez." diye uyarıyor sınıf öğretmenimiz. Çok dikkat ediyordum buna. Sınavdan tam not alabilmek için. Ama kurallarla aram gün geçtikçe açılıyor. Evvelden olsa bu kuralın dışına çıkmazdım. Şimdi... Ayak diremeyi seviyorum çünkü. Bazen girdiğin sınavlarda bile bile yanlış seçeneği işaretlemeli. Neden ama ile başlamasın ki? Zaten amadan önce söylediklerimizin hiçbir anlamı yok. "Sana büyük ölçüde katılıyorum ama bence yanlış düşünüyorsun." derken mesela... Doğrudan "Ama bence yanlış düşünüyorsun." daha gerçekçi bir cümle değil mi? Kim koyuyor bu kuralları? Yetkililere sesimizi duyurmalıyız.

Bir gün tekrar kapının önüne koyduğumuz kapıları kilitli dolaplara ağır kitaplarımızı yerleştirebilir miyiz? Bugün üniversitede kişisel dolaplarımız var. Metal. Bir tane edinmiştim ben de. Ama kullanmıyorum. Boş duruyor içi. Okul numaralarımıza göre dizilmiş olsalardı belki kullanırdım. Hem ahşaptan değiller. Ben ahşap dolap seviyorum. Meşe... 

Okulun arka bahçesine diktiğimiz meşelerden... 

Kapı açık. Gözlerin gibi çünkü. Masum... Çocuksu... Kapılar... Gözlerindeki kapıdan geçtim. Çocukluğumun kapılarından... Birer birer... İki akış var. Biri bende, biri sende... İki farklı zaman, iki farklı mekan, iki farklı insanız. Bizi bağlayan şey, kapılar. Şahidiz birbirimize. Sen dans etmeyi, eğlenmeyi daha çok severdin. Durgundum ben biraz. Ama sana eşlik ederdim. İyi arkadaştık. Küstüğümüzde kitap okurdum. Barıştığımızda oyun oynardık. Büyüyünce şair olacak küçük bir kızım ben. Sınav kağıdım isimsiz okunduğunda böyle söylemişti öğretmenimiz. 

"Haydi eller havaya!" Ellerini kaldır yukarıya küçükken yaptığımız gibi. Ay ışığının damarlarından kalbine akmasına izin ver. Bugün bayram. Şeker toplayamıyoruz. Sınıfta bayramlaşma sırasına giremiyoruz. Ama yazıyoruz.

19 Nisan 2020 Pazar

Doğanın Ahengine Kulak Ver


Hz. Adem ve Havva dünyaya geldiğinde nasıl bir tabloyla karşı karşıyaydı? Aklımızın alamayacağı kadar berrak suların ve bakir ormanların egemenliğine bakıp “Cennet varken burası da ne amaçla yaratılmış ola ki?” Demiştir belki de. Bugün biz görsek küçük dilimizi yutardık hal bu ki.

Ağaç yapraklarından elbiseler yapmayı, zehirli yılanlarla, dinozorlarla, mamutlarla aynı ormanda uyumayı, aynı nehirde yıkanmayı kaçımız isterdik? Haydi ellerimizle kurduğumuz koca Matrix’e meydan okuyalım! Küresel bir ayaklanma başlatalım ve ilkel yaşama geri dönelim. İnsanın ilk yuvası olan ormanlarımıza gidelim.

Değil fabrikaların atıklarından zehirlenen canlıların varlığı, tarımın bile çok uzak bir ihtimal olduğu dönemlere yolculuk edelim. Kaçımız cesaret edebilir yeşilin, mavinin, insanın, canlının en ilkel haline dönmeye? Ve kaçımız başarabilir bu ilkelliği? Ayrıca çok merak ediyorum Greenpeace acaba bu fikre ne der?..



Estetik ve İkizi
Vahşi ve ilkel dünyanın eşsiz estetiğini görmezden gelen yeni bir dünyada yaşıyoruz artık. Oysa ki Tiyatro ve İkizi adlı yapıtında Antonin Artaud bunun tam tersini savunuyor. Ona göre vahşilik tiyatronun ikizidir. İnsanın ilkelliği göz yumulacak bir gerçek olamaz.

Tiyatral estetik özdeşleşme ve başkalaşma deneyimi sağlandıkça başarılı olabilir. Bu da ancak sahnede görsel şamata, renk ve ışık oyunları, duyuları zorlayan ve güçlü sonik titreşimler, magnetik yoğunlaşmalar, çıkış yeri belirsiz yankılar, çığlıklar, iniltiler ile sağlanabilir. Böylece vahşi estetik insan duyuları üzerinde etkinlik kazanır.

İlkel Estetik
İnsanın içinde bir yerlerde sürekli kuluçkada bekleyen yabanıllığı ile yüzleşmesi gerekiyor. Çünkü ilkellik sahte ve hayali, sadra şifa olmayan birşey değildir. Bilakis bununla yüzleşmek hepimiz için faydalı olacaktır.

Son zamanlarda dikkatimi çeken Alman müzik grubu Faun bu konuda çok başarılı. İlkel, temel ve rastgele bir estetik anlayışını sunuyor dinleyenlerine. Yarı insan yarı keçi bir yaratık olan Faun’un ismini almaları ise bunu ortaya açıkça koyuyor. Özellikle Almanca’nın kendine has dil estetiği ile birleşince metal ve beton yığınlarına hapsolmuş hayatlarımızdan koparıyor bizi.

Oomph! adlı rock grubunun Labyrinth adlı klibinde de labirente sıkışmış küçük bir kız gösterilmektedir. Koridorlarda birçok kapı ve oda olmasına rağmen labirentten kaçamaz. Bu gerilim tanıdıktır! Çağdaş yaşamın insana yutturduğu birçok şeyden kaçamayışımız ile özdeştir klibin çatışması.

Seçme hakkını kullanabilirsin ama çıkamazsın çünkü benim esirimsin diyen sistemin kurbanlarıyız. İlkelliğin ve özgürlüğün artık çok uzağındayız. Küresel köy dediğimiz ama hiç de köye benzemeyen bir yerde hapis yatıyoruz. “Labirentteyiz”. İnceltilmiş zevklerin, işlenmiş etlerin, salgın hastalıkların, hastane koridorlarının mahkumuyuz. Gökle beraber nefes alan değil göğü delen adamlarız artık.

İlkel Dil Estetiği: Türkçe ve Almanca

Dilbilim teorilerinden biri doğadaki seslerin taklit edilmesi yoluyla dillerin ortaya çıktığını öne sürer. Bu açıdan ilkel estetiğin birçok dilde de var olduğunu görebiliriz ama ben özellikle iki dil üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan birincisi Alman Dili. Kimilerinin çok kaba dediği Almanca dil estetiği ile ilkelliğin fonetik damgasıdır. Ancak bir dil daha var ki kültür felsefesi ile de yaşam pratikleri ile de ilkellikle medeniyeti nasıl buluşturduğunu çok güzel gösteriyor.

Eski Türkçe’nin fonetik yapısı doğal seslerde olduğu gibi, “kaba”. Bu da değineceğimiz ikinci dil. Törpülenmemiş ve kendiliğinden gelişmiş ilkel bir estetiği barındırıyor Türkçe. Bu açıdan iki dilin de estetik kodlarında acaba bir benzerlik olabilir mi? Doğadaki kabalığın, yabanlığın ve rastgeleliğin seslerde yankılandığı bu iki dil tam da Artaud’un bahsettiği şeyi işaret ediyor.

Blok flüt ile sokaklarda çıplak ayak koşan çocuklar gibi vahşi ve törpülenmemiş. İstenmeyen kaba seslerden arındırılmamış diller. Ormanları önce yok edip arkasından da barışın rengini ormanlardan alan sivil toplum kuruluşları kurmak gibi, bir madalyon iki yüz çelişkisinden uzak. Olduğu gibi, kendi halinde ve iddiası da burada yatan bir estetik anlayışı.

Estetik Tornadan Geçirilmez
Bugün konuştuğumuz Türkçe ile Eski Türkçe arasındaki uçuruma baktığımda aklıma şu soru takılıyor. İddiasını ve güzelliğini ilkelliğinden alan dilimizi devam ettirmek varken neden törpüledik sürekli? Kendimizden niçin taviz verdik?


Şimdi soruyorum çünkü ayakkabılarımızı çıkarıp toprağa basalım istiyorum. Yani solucanlardan endişelenmeden ağaç kökleriyle sarılalım. Hz. Adem ve Havva’nın cennetten kovularak düştükleri yerde olsaydık muhtemelen korkacaktık çünkü.

Korkularımız bize milyon dolarlara silahlar yaptıracaktı. Ağaç gövdelerinin, deniz canlılarının gün gelip bizden intikam alacağını hiç hesaba katmayacaktık. Seçme hakkımız vardı ve biz onu kullanmıştık çoktan. Zaman ilerledikçe de ilkel ve vahşi olan her şey bize itici gelmeye başlayacaktı. Şimdi labirentin hangi kapısından girersek girelim ilkel estetik her zaman “kaba” olarak yaftalanacak.


23 Mart 2020 Pazartesi

"Yüz bin can oldu heba"

Son günlerde Corona salgını hepimizin gündeminde. Hızla yayılan bu hastalık insanları evlerine kapattı. İnsanlık doğadan çaldığı dengenin hesabını ödüyor bugünlerde.

Dünyada değişik zamanlarda ve değişik yerlerde salgınlar baş göstermiş. Ölenler olmuş, ölüleri soyanlar olmuş ama hayata kalanlara destek olanlar da olmuş. Yaşanılan zor günleri kayıtlara düşenler de tabii...

Bazı marketlerde maya bulunmuyor. Un bulunmuyor. Kuru bakliyat bulunmuyor. Oysa eve misafir de gelmeyecek, sosyal izolasyondayız. Herkes kendini çok güvendiği evlerine kapattı. Halbuki daha birkaç ay önce göçük altında kalmaktan korkan da bizdik.

Ölümle satranç oynamak
Karantinalı günlerde izlenecek film arıyordum. Rastladığım güzel bir yapımdan bahsetmek istiyorum bugünkü yazımda; Det Sjunde Inseglet, Türkçesi ile Yedinci Mühür.

Ingmar Bergman tarafından çekilmiş 1957 İsveç yapımlı bir film. Aynı yıl Cannes'tan Jüri Özel Ödülü de almıştı Bergman Yedinci Mühür ile.

Vebanın her yeri sardığı bir zamanda geçiyor film. Ölümün insanların teninde soluklandığı bir dönemde. Ölüm ile satranç oynayan bir Haçlı şövalyesi ile karşılaşıyoruz.

Son günlerde dünya ölümle satranç oynuyor. Kimin kazanacağını film bize söylüyor tabii ki ama devletler sıkı tedbirler alıyor. Sanırım şimdilik ölümü erteleyeceğiz.

"Öldürmek öpmektir"
İnsanlar sadece fiziksel biçimde mi ölür? Yoksa öldürmek öpmek midir? Sevgiden mülhem bir tarafı var mıdır? 

İnsanın elleriyle tahrip ettiği her şey gün gelip sözcüklerde mühürlenir. İşte o zaman neler olur? Kan kusan yaratıklara mı dönüşür herkes?

Pontypool, küçük bir kasabanın adıdır aslında. Ancak küçük bir kasabada garip şeyler olmayacağını kim söyleyebilir ki? Bruce McDonald sözcükler yoluyla bulaşan bir salgın hastalığı anlatıyor. Pontypool... Pontypo... Ponty... Pont... Po... Typoo...

Ölümle satranç oynayan insanların sadece başkalarının ölümüne neden olduğunu gözler önüne seriyor film. Tıpkı Lawrence ve Arabistan arasındaki "Kill is kiss" trajedisinde olduğu gibi.

Karantinalı günlerde Daniel Defoe'ya ve Veba Yılı Günlüğü'ne değinmeden yazımı bitirmeyeyim diyorum. Kitaptan bir dörtlükle veda ediyorum size.

"Yıl altmış beş, Londra,
Dehşetengiz bir veba,
Yüz bin can oldu heba,
Ben ise hala hayatta!"



14 Mart 2020 Cumartesi

Mühür: Tezer

Beşiktaş’tan evime doğru yola çıktım. Abbasağa yakınlarında eski bir gazeteciyle sohbetten evime dönüyorum. Kırmızı iki katlı İETT otobüsündeyim. Az sonra dökülecek izlenimi veren pencereler zangır zangır sarsılıyor. Gazi Mahallesi yakınlarındayım. Bir çöplük ve arkasında yarım kalmış inşaat bana bakıyor. Ben pencereden onları izliyorum. Araba manevra yapıyor, metro kazısı sona yaklaşmış. Çöplüğün kenarındaki, Mart’ın kazma kürek yaktıran havasına kanmış orta boylu şeftali ağacı, pembe çiçekler vermiş. Hangisi bu şehrin gerçeği henüz kestiremiyorum. Görüşmede konuşulan sahneler, off the record bilgiler geliyor aklıma. Beyoğlu sokaklarında yürüyen sarhoş bir kadın hayal ediyorum. Tıpkı şuradaki şeftali ağacı gibi buruk ve kaçıyor. Çöplüğün hemen kenarında açmış. Çöküntüleri metro kazısına eşdeğer; derin. Ne kadar anlatsa, bitmeyecek, haykırsa, sönmeyecek, kanayan, alev alev yanan bir yara. Bir yangın…

İşte bu kitap! Henüz okuyucuya kapılarını yeni açmışken bile, çöplüğün şeftali ağacına olan özlemi, kazı çukurunun ağaca hem çok yakın hem oldukça uzak durması, Özlü’nün dalgaların serin esintisine koşması gibi ve bize Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden çıkış biletini sunuyor. Gecenin en karanlık ve soğuk dakikalarını yaşatıyor adeta. Sevgisizliğin sonunu(!) Akdeniz’de getiriyor. Ilık ılık esen rüzgarların eşlik ettiği makiler canlanıyor. Kitap bittiğinde ısınıyor muyuz? Güneş doğuyor…

Eseri okurken önce yüzeydeki fikri takip ediyoruz. Kitabın kenarına ikinci okumada irili ufaklı notlar düşüyoruz. Eskiler buna derkenar dermiş, ben de geçen yıllarda öğrendim. Mesela bu kitabın sayfaları akarken, kitap mı okuyorum yoksa Özlü ile Taksim’in Cennet Bahçesi’nde portakal suyu mu yudumluyoruz ayırt edemiyorum. Fatih Çarşamba’nın şen sokaklarında hayatın akışkanlığına, bir çakıl taşının kayganlığına sessizce bakan, tıpkı kitabın kapağındaki gibi, sözcükleri kendine muhbir edinmiş, bir çift göz. Bazen çocukça, muzip...

Özlü henüz hayattayken yayınlanan üç kitabından biri, elimdeki mavi kapaklı eser. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden önce hiç roman yazmadığı bilgisine ulaşıyorum. Edebiyatımızın lirik prensesi diye anılıyor bazı insanlar tarafından. Oysa kabarık etekli ceplerinde mendiller taşıyan ağlak bir kadından çok daha fazlası. Satır aralarına indiğinizde ölmeye yatabilirsiniz, kendinizi ölümü beklerken bulmanız muhtemel. Eser mi Özlü’yü anlatıyor yoksa Özlü mü eseri anlatıyor karar vermek güç. Yapıt ile müellif arasında kurulan ender bir vahdet haline tanık oluyoruz.

Bunni'nin yeşil ipeklisinin sandıkta durması rahatsız ediyor. Cenaze başında Süm ile iç geçiriyoruz. Ne olacaksam eksiksiz olmak isterim, diye cevaplıyoruz dünyanın bize sunduklarını. Eski kıyafetleri, kötü kokan yemekleri, düzensizliği, ölümü değil bütün bunlara rağmen hayatın bize sunduğu nimetlere gözlerimizi kapatmadan normal ölümü bekliyoruz.

Özlü hiç intihar etmiş midir? Yurt dışında okuduğu dönemlerde çeşitli hastanelere yatırılıyor çıkarılıyor ama akciğer kanserinden hayata gözlerini yumuyor. Genç yaşta. Babası Sabih Özlü, sosyal bilgiler öğretmeni. Kendi halinde bir adam olduğu hakkında rivayetler var. İncirlerle doldurulmuş bir tabak gibi durgun. Sevdiklerine kendini ve içindekileri sunmayı görev edinmiş.

Yapıtın cinselliğe yaklaşım tarzı eleştiri alıyor. Aslında yapıt bundan çok daha fazlasını ihtiva ediyor. Satır aralarında, Özlü’nün yaşamından, birebir olmasa da gerçeğe son derece yakın sahneler çiziliyor. Özne ve nesne arkasındaki diyalektiğe odaklandığımızda, bize çok şey öğretebilir. Özlü’nün ağabeyi, eşi, anne ve babası ne yapmış? Kızmışlar mı? Bunlar mevzunun dedikodu tarafı olmakla beraber hayat, intihar ve yaşama tutunma arayışları arasında. Ve hastane koridorlarında. Koşarak çevremizi sarıp sarmalıyor. Ölüm gerçeğini görürüz. Ahlak ile ahlaksızlığın, sağ ile solun, sevgi ile sevgisizliğin, aile ile bireyin, itaat ile isyanın, sorumluluklar ile boş vermişliklerin, siyah ile beyazın, gece ile gündüzün, ev ile sokakların, Akdeniz ile gökyüzünün, delilik ile aklın tam ortasındayız. Araftayız. 'Ben'deyiz. Çünkü Tezer hiçbir yere ait olamayanların yazarı.

"Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki."

Hemen hemen bütün kadın yazarların kendini merkeze alarak yazdığını dile getiren eleştirmenler tarafından Özlü "yazın mührü olan kadınlardan" şeklinde tanımlanıyor. Oysa kendi tecrübesini merkeze almayan insan var mıdır ki bir yazar olsun?

Araf 26 Mart 2019 14 Mart 2020

2 Mart 2020 Pazartesi

Kitaplık'tan Bir Gemideyiz

Her hafta Cuma günü Kitaplık'tan bir gemi ile engin sulara açılıyoruz. Bu hafta Cuma akşamı saat 18.00'de Tezer Özlü konuşacağız.

Dinlemek için: http://radyo.medipol.edu.tr/

Esen kalın...

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...