24 Aralık 2019 Salı

Duman

Zaman, artık eskiden olduğu gibi ağırdan almıyor, demişti bir büyüğüm. Evet, gittikçe hızlanıyor, hızlandıkça da bizleri yutuyor bu mefhum. Özellikle de dış dünya ile bağlantımız arttıkça daha da hızlanıyor.

Bozuk paraları harcar gibi harcıyoruz zamanımızı. Geleceğe dair belirgin planlarımız olmadan kayıp gidiyor ellerimizden dakikalar, saatler, günler, aylar... Oysa ne kadar kıymetli bir şey...

Galiba hata ettiğimizi anlamak ve zamanımızı hesaplı kullanmak için yaşımızın ilerlemesi gerekiyor, biz gençlerin. Günün birinde geri dönüp baktığımızda keşke şuna da vakit ayırsaydım diyen orta yaşlı ve yaşlı tanıdıklarımıza benzememek için erkenden gelen bir farkındalığa ihtiyacımız var.  Erkenden de değil aslında. Tam yeri ve zamanında gelmiş olacak, idrak ettiğimizde. Hak ettiğimiz kadar pişman olacağız demektir bu yani hakkımız neyse zaman bize onu verecek. Burada birbirinin içine geçmiş zincir halkaları mevcut. Fakat bu halkaların en başında idrak, şuur, bilinç diyebileceğimiz yetenekler yer alıyor. Zamanı yönetememenin ve pişmanlığın en büyük panzehri akıl olmalı... Amaca yönelik gerçekleştirilen eylemler ile eğlencelerimizi bile beslenebileceğimiz bir yapıda kursak mesela... Boş vakit kavramını belleklerimizden çıkarıp daima yenilenme düsturuna geçsek... Belki kendimize ve kendimizden sonraki insanlara yani geleceğe bir 'şey'ler bırakabiliriz?..

Bir insanın kendisini ölüme götüren sigarasını yakması gibi zamanımızın aleyhimize işlemesi sigarayı yakan bilince bağlı. Aynı insan, dumanı ciğerlerine çekmeye de bilirdi? Ölüme davetiye çıkartacağını bildiği halde bunu yapıyor olması zamanı düşmanı haline getirmesi demek olmuyor mu? Belki anlık zevklerimizi ve ihtiyaçlarımızı ayırt etmek için bir turnusol kağıdına ihtiyacımız vardır. Böylece düşkünlüklerden bilgeliğe giden bir yol inşa edebiliriz belki?.. Hiç sigara içmeyen birisi için duman ihtiyaç mıdır?

11 Aralık 2019 Çarşamba

Bereket

Çimleri süpürüp gelen rüzgar
Uzaklardan getirir bir haber
Güneşin kaçırdığı gecelere refakat ederken dolunay
Ve dereler akşamı yarıp gelirken
Çimleri süpürüp gelen rüzgara karışır
Zaman gibi
Güneş de ay da birbirini takip eder
Ayşe, Fatma ananın eli bereketi gibi

Mürüvvetmend

4 Ekim 2019 Cuma

Uyandırma Seansı

Yerinden kalkıyor ve masanın köşesindeki bilgisayarımdan bir parça açıyor. Yumuşak başlayan müzik gittikçe keskinleşiyor. Dünyanın bir bebeğe uçuşan melekler olarak görünmesi gibi... Büyüyoruz... Ve... Melekler balıklara dönüşüyor. Bazıları köpek balıklarına dönüyor.
Birileri şeytanı canlandırmak zorunda. Sağa ve sola yaylanarak odanın içerisinde yürümeyi deniyor. Kollarıyla önce yarım daireler çiziyor. Ardından yükselen tını ile beraber yerinde dönüyor. Kollarını döngünün esintisine emanet ediyor. O dönüyor... Dünya dönüyor... Gezegenler dönüyor... Ve ben... Dönüyorum... Omuzlarında türemiş umut çiçekleri var. Yerle bir olacak bu buz dağının yamaçlarındaki küçük gelincikleri andırıyor. Buz dağlarında gelincikler açabilir mi?.. Haydi söyle! Buz tutmuş bir ruhta çiçek açabilir mi?.. Omuzları ile geriye doğru oval hareketler yapmayı deniyor, beceriksiz. Sonunda dengemizi kaybedip yere kapaklanıyoruz. Kahkahalar patlatıyoruz halının ortasında. Memleketin göbeğinde bombalar patlar gibi... Acımasızca gülüyoruz... Şarkıya bir yerde eşlik ediyor Reyhan. "I will lead you to a better place"... İçimdeki şeytanı öldürmedim henüz... O ise daha iyi bir yere ulaşmak için çağırıyor. Beni çağırıyor. Beni... Belki seni ve suçlu ellerini... Şeytanını çağırıyor. Katilini çağırıyor. Seni çağırıyor. Riyakarlığını çağırıyor. Adalet terazisinin öbür tarafında olsa hiç yakalanmayacak kadar 'asil' olduğun için seni. Evet seni çağırıyor hıyar ağası. Themis'in buz kesmiş duygularında bulduğu için beni... Kan kokan sokaklardan çekmek için beni günahlarına ceza kesmek için seni... Cennete çağırıyor ama şeytan cennete giremez ki?.. Daha iyi bir yere gidelim istiyor. Halbuki şu evin içi kadar rahat edebileceğim başka bir yer var mı? Gecenin karanlığı üzerimize çöküyor. Şeytana benziyoruz yahut karanlıktaki melekler şeytanlaşıyor. Bu gece köpek balıkları ile savaşacağız Reyhan. Kan akacak bu gece ve köpek balıkları kazanacak. Çığlıkları fezayı delip geçecek insanların kanı akacak Reyhan. Kan akacak bu gece... Ama kimin kanı?.. Tutalım çekelim o delikten. Kurtaracak kadar temizse ellerimiz. Hayır, bir kadın ölecek bu gece. Ve bu bir intihar olmayacak. Ben öleceğim Reyhan hissediyorum. Kalbim boşalıyor. "Free from the sorrows" Sesleri duyabiliyorsun değil mi? Hey sen!.. Çığlıklarımızı duyabiliyor musun? Elimden tutsan ve beni ışıklar ile yıkasan... Kulak ver. Köpek balıkları kazanacak diyorum. Kulak ver. Ellerim kirlenecek. Bıçağı bana ver. Ekmeği sen doğra. Bana bıçağı ver. Ellerim kirlenecek. Bana ver. Adalet ellerimin arasında. Namus dediğin beyin kıvrımlarımda. Buraya gel. Cezanı ben vereceğim. Yanıma gel. Cezanı vereceğim. İstediğini vermeyeceğim! Cezanı vereceğim. Temizlenemeyeceğimi biliyorum Reyhan... Çünkü göğsüm yarılalı, yüreğim kuruyalı çok vakit oldu. O masumiyete erişemeyeceğim asla. Cehennem kalbimi kora çevirdi. Alevler arasında küle döndüm. Yanmak için ölümü beklememizin ne anlamı var Reyhan? Bu kadar namussuzla aynı ortamı soluyamam. Gülümsemek sadakadır diyen dinin insanları birbirine tecavüz ederken, kul hakkı yerken, masumları katlederken, savaşırken, israf ederken, adaleti bozarken ben gülemeyeceğim Reyhan. Görüyorsun değil mi? Sadaka veremeyecek kadar fakiriz. Söyler misin? Kişi başına düşen milli gelirden çok mu yüksek bir yerde insanlığımız?
Dinleyecek gücünüz yok. İnsanlığınızın ardından küllerimi de savurun gitsin. Senin kadar içten gülemeyeceğim hiçbir zaman. İki yüzlü, yalancı ve küçük götlü bir solucan... Yaşamaktan, şu küçücük evden çıkmaktan, insanlarla konuşmaktan korkuyorum. Çıplak ayaklarıyla yanıma oturan o saf genç kız... Saç tokası İş çıkışıydı ben de peronlardan atladım bir otobüse eve gelme telaşıyla. Az sonra karalar içinde bir kadın bindi otobüse yanında çekiştirdiği bir genç kızla beraber. Genç kız demeye bin şahit... Saçlarını alnına çok yakın bir yerden lastik toka ile bağlamış, uzun basma eteğin üzerine ince bir hırka giymiş... Boynunda küçük bir çocuğun elinden çıkmış basit bir kolye ve ayakları çırılçıplak... Annesi arka koltuğa oturuyor. Havva ise tüm sessizliğiyle yanıma yerleşiyor. Çıplak ayakları sokağın bütün kirini toplamış. "Havva yanıma gel." diyor annesi. Genç kız omuz silkeleyerek isyankar bir çıkış yapıyor. Kulaklığımı takıyorum ve oynatma listemden rastgele bir parça seçiyorum. Parçanın ilk cümlesi neydi biliyor musun? "Her şeyi istediğimi söylüyorsun" Doğru tahmin ediyorsun, In Flames... Beni takip et diyorsun... Halbuki tam benim olduğum yerdesin. Umut istiyorsun, bende umut kalmadı Reyhan. Umudun neliğini tartışmamız gerekiyor seninle. Ardından yeni bir umuda gebe kalmalı dünya. Belki yüce dağların ardından yeni bir güneş doğar birgün ve tüm alem nizama duruverir. Belki senin rahmine düşer dünyayı kuşatır sonra. Havva mırıltılar çıkarıyor ağzından. Şarkı ufak tınılarda sürerken annesi susturmayı deniyor genç kızı. Sağ elini dudaklarıma uzatıyor. O gün makyajımı silmeden çıktım ofisten. Nefret ederek makyaj yapıyor küfürler sayarak siliyorum suratımdan. O gün unutmuşum işte... Havvacığım da beğenmiş rujumu. Belki yakıştığından, belki kendine yakışacağını düşündüğünden?.. Kim bilir? Annesi tutuyor kolundan genç kızı sürükleyerek indiriyor otobüsten. Kadın oldukça haklı. Bebeklerden bile medet umacak kadar ufalmış insanların arasında Havva'nın kırmızı ruj sürmek istemesi büyük ayıp. Ne de olsa tavuklar bile dişi değil mi?.. Bir tavuğa tecavüz edebilecek kadar yerlere düştü onurunuz değil mi? Belki hafif kız muamelesi görecek engellerine rağmen... Gerçekten merak ediyorum; algılarımızın bize biçtiği minicik alanı ve daha engelli olduğumuzu kabul edebilecek yüreğimiz var mı? "Yanıma gelsene niçin uzakta duruyorsun?" "Geliyorum." "Sen gelene kadar şarkı bitecek haydi biraz daha hızlı." Yaramaz kız çocuklarını andırıyor her hareketi. "Demin bir ses geldi kulağıma Ayral..." "Ayral iyi misin?" "İyi misin?" "İyiyim, ne dinlesek acaba şimdi?" "Evet!.." Kikirdeyerek yeni şarkıyı açıyor. Evim, yüreğim alevlerin içinde yeniden hayat buluyoruz birlikte. Reyhan'ın dokunuşları yaşamsal enerjiyi topluyor bir merkezde. Dağıtıyor var gücüyle tüm evrene. İyi ve kötü dinlemeden. Sarkan memesinden taşıyor koca evreni sarıveriyor oluk oluk süt. Varlık borçlanıyor ona.
"Dünyanın seslerini duyabiliyorum."

"Duvarlara kazıdığım işaretlere gömülü ruhumun enkazı."
"Bu işi biliyorsun güzellik."
Duvarlarda çocukluğumu anımsatan görüntüler belirip kayboluyor. Tıpkı titrek ışıklı bir fener gibi. Ne zaman gelip gideceği belli olmadan...
"Follow me, don't be afraid" "Hayır bu önceki parçanın sözleriydi."

"Olsun sen yine de takipte kal!"
Çocukluğumdan gelen sesleri acaba Reyhan da duyuyor mu? "Buradayım, korkma."


"Telefonum mu çaldı acaba?"

"Bilmiyorum ki kontrol et istersen."
"Bir bakalım..."
Girişteki koridora fırlatılmış bir yığın eşyanın içersindeki telefonuma bakıyorum. Ekran ışığı yanıyor. Alıp içeri geçiyorum. Kendimi bulduğum ilk koltuğa bırakıyorum. Bilgeciğim mesaj bırakmış. Ah acaba bu sefer ne için titizlendi? Öte yandan Reyhan meraklı bakışlarıyla yanıma yaklaşıyor.
"Ayral?.."
"Bir saniye."

Ses kaydını yeniden açıp dinliyorum. Yağmur'a ulaşamadığını ve merak ettiğini söylüyor. İyi şeyler olmadığına artık eminim. Nerede olabilir?.. Bilmiyorum... Tuşluyorum yanıtımı... Bilmiyorum...
"Ayral!"
"Bilmiyorum."

Geldiğim son nokta ne biliyor musun? Beyninin içinde yaşamaktan, kendini tezine adamaktan öteye gidememiş bir hiç... "Haydi biraz dinlenelim."

"Niçin yüzün asık? Bak ne güzel dans ediyoruz."
"Hayır dans etmiyoruz."
"Tut şöyle kolumdan."
"Anlamadım."
"Sen tut..."

"Şu nedir?"
"Bilgisayarı karıştırmadan önce izin alman gerekmez miydi?"
"Başlığını neden yazmadın?"
"Kadın cinayetleriyle alakalı canım. İlgini çekeceğini sanmam." "Neden?" "Kimse ilgilenmez böyle şeylerle Reyhancığım."
"BBC Türkçe'nin 2014 yılında yayınladığı bir video haberde bu cinayetler "Özellikle genç kızların ve kadınların, 'ailenin itibarını zedeledikleri' gerekçesiyle, akrabalarınca öldürülmesi." olarak tanımlanmıştır." "Sana kapat onu dedim!" Hışımla yumruklarımı havaya kaldırıyorum. Gözlerinde beliren korkuyu gördüğümde kendime geliyorum. "Bir kadını öldürmek için namus ve gelenekler yeterli midir?"
"Bilmiyorum sence?"
"İşte ben de bunu araştırıyorum."

Okumaya devam ediyor. "2000 yılı Birleşmiş Milletler Raporu'na göre her yıl en az 5 bin kişi töre cinayetlerine kurban gidiyor. Ancak insan hakları savunucuları bu sayının çok daha fazla olduğunda mutabık." "Kurbanların ortalama yaşı 23 diyordu aynı haberde." "Sadece kadınlar değil aynı zamanda erkekler de bu cinayetlere kurban gidiyordur bence."

"Evet, yaklaşık yüz maktulden onu erkek."
"Bir insan nasıl ailesinden birini öldürebilir?"
"Bazı feminist filozoflar cinsiyet belası diyor, bizdeki katmerli bela. Namus belası bu, intihar bile ettirir."
"Şark romantizmi, diyorsun."
"Kültürünün karanlığında boğulmak diyorum. Şark güneşin, kutlu günlerin, sevginin ve adaletin aynı bahçede boy verdiği bir dünya olmalı."
"Nasıl yani?"
"Kızlarını diri diri toprağa gömen adamlar artık namus diye uzatıyor namluyu." "Artık kalmamıştır böyleleri Ayral, çok karamsarsın."
"Bu beladan asla kurtulamayacağız Reyhan."
"Daha açık konuş."
"Davetsiz misafir gibi düşün. Biz tam yendik dediğimizde cahilliğin yeniden hortladığı bir memlekette yaşıyoruz."
"Ben vur dedim, sen öldürdün Ayral."

Gece iki buçukta kapı çalınıyor. Reyhan'a yanıt vermek yerine kapıya yöneliyorum. Dışarda kimsecikleri göremiyorum. Reyhan'ın ayak sesleri geliyor. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum, merdivenleri bir iki basamak iniyorum... Yine de bulamıyorum kapıya vuranı. Biz yanıldık herhalde deyip geri dönüyorum. Reyhan elinde eski bir saç tokası ile bakıyor suratıma. "O nedir?"
"Ben de sana soracağım o nedir?"
"Saç tokası."
"Evet görüyorum."
"Bu bir saç tokası." "Senin mi?"
"Hayır, senin sandım ben de."
"Kimin o halde?"
"Bilmiyorum. Verir misin?"

6 Eylül 2019 Cuma

Gecenin Soğukları

"Anan baban..."
"Baban nerede senin?"
"Anan baban nerede senin?"
"Nerede?"


Peronların sağındaki santurdan nihavend notaları geliyor. Eşlik ediyorum... Mırıltılarım motor seslerine karışıyor:

"Gönlümle oturdum da..." 
"...hüzünlendim..."

Otobüslerden ciğerlerime doluyor egzoz.

"Dağlar ağarırken..."
"...tepelerde..."

Yeryüzü ayaklarımın altından kayarcasına;

"...sen nerede..."

kaçıyorum.

"...o fecrin ağaran dağları nerede..."

Anılarımdan, kirli saçlarımdan, küçük kızdan, çingene kadından, pasaklı bebek arabasından ve 
kadınlığımdan.

Kaçıyorum.

"Sen neredesin..."

Kaçıyorum!

"...ey sevgili..."

Dolu dizgin kaçıyorum hepsinden. 


"...yaz günleri nerede?..."


Bir kum saatinin içine hapsediyorum zamanı. Dönüp dolaşıp aynı yerde sayıklıyor dakikalarım. 

S
aklanıyorum.

Sorumluluklarına sırtını dönmüş herkes gibi... Vicdanım öylesine rahat ki... Dünya yansa da elimi sürmem. Merhem olmam bir yaraya. Bir feryada kulak vermem. Nidasından şifa damıtmam.

Kendimi eve atmam gerek. Bakıyorum, etrafta koşturan insanlar görüyorum. Ezilecekler... Ezecekler neredeyse birbirlerini telaştan. Neyin acelesi bu? Zaman... Galiba ofis ile alakalı bir şey değil. Sizin telaşlarınızla yakalamaya çalıştığınız şey... Bende akmıyor. Keşke becerebilse idiniz de tatmin etse idiniz doyumsuzluklarınızı.

Pek ala buna ne demeli? Uyumsuzluk mu? Bilemiyorum. Yerinde saymayı bile başaramayan adımlarımla geçiyorum hatıralarımın üzerinden. 


"Anan baban..."
"Anan nerede?"

"Senin baban nerede?"
"Senin anan baban nerede?"
"Neredeler?"

"Söyle!"
"Neredeler?"

Çatışmanın sınırları
Babaların kızlarına olan düşkünlüğünü acaba anneler de oğullarına karşı aynı özen ile gösterebiliyor mu?

Belki abartıyordur bile... Paşam diye sevilen bir kız çocuğu hiç gördün mü?

"Neredeler?"

Anneler ile kızları arasındaki ilişkinin dolayımlandığı baba çoklu çıkmazlar doğurur. Varlığının yüzde ellisinden fazlasını anasının doğurganlığına borçlu genç dişinin ilk rakibi kendi genlerinin yüzde ellisi civarında.

Başlangıçta hadım edilmiş oğlan çocuğu... Endişe... Neden pipimi kestiler?.. Evet... Cezalandırdılar beni... Yahut... Öyle olduğunu zanneden küçük kız...

"Anan baban..."
"Baban nerede?"
"Anan baban nerede senin?"
"Nerede?"

"Neredeler?"
"Söyle!"


Kirli saçlarımdan çekiştiriyor otuzlarının ortasında beş çocuk annesi halam.

"Anan baban nerede senin?"

deyiveriyor; oğlu.

Zaten, ne zaman görsem korkardım ondan. Geceleri odamıza izinsiz gelirdi çoğu kere. Kız kardeşimle bir olur saklanırdık. Ancak bir yolunu bulur rahatsız ederdi bizi. Pek ala bunu niçin yapardı? O zaman anlayamazdık...

Aklımız kesmezdi ki.

"Neredesiniz?"

Daha dördüncü sınıftaydım ve canla başla çalışıyordum. O zamanlar avukat olmayı isterdim. Çok isterdim. Babam da isterdi. Hem ben babamın üzülmesinden korkardım.

Çocukken...

Büyüdükçe geçti. Korkmaz oldum hiçbir şeyden.

Celal'den bile...

O ise babasının tamirhanesinde otururdu gün boyu. Caddeden geçen tüm kızları baştan aşağı süzerdi. Kadınlara mal muamelesi yapmaktan kaçınmazdı. Üstüne başına bakmaz bir de gider salça olurdu güzelim kızlara. Biraz bacakları görünmeye görsün... Kendine hemen pay çıkarır laf da atardı. Şehrin tüm kızları yaka silkmişti onun bu hallerinden. Keşke... Bir tek tavırları çirkin olsaydı keşke! Kirlenmiş kıyafetleri de ne kadar yıkanırsa yıkansın bir türlü temizlenmezdi. Eli yüzü de hep kirli görünürdü. Hem pis hem çirkin hem de yüzsüzdü.

İçi ayrı dışı ayrı kirliydi. Belki içinden dışına yansıyan bir pislik söz konusuydu. Annesi de bir güzel fırça atardı her akşam ona. Temizlemek istediğinden değil. Erkek annesi olmanın verdiği kudreti vurgulamak ihtiyacından... Üniversite sınavında da başarılı olamıyordu zaten.

Aramızda kalsın, beceriksizdi biraz.

Ayrıca gözlerinden çıkan menfaat ışıkları öylesine dokunur, rahatsız ederdi ki... Kaçardık ondan. Halbuki ince kaşlı, top sakallı, kabarık saçlı sempatik de bir oğlandı. Benden yaklaşık on yaş büyükçeydi. Her fırsatında elini belime koyardı. Halam da;

"Bak kız, ne çok sevdi seni ağabeyin."

derdi.

Kabus geçirdik bir yıl. Sonu hiç gelmeyecek bir kabustu sanki.

Ölmedik...

Ama eşiklerinden döndük ölümün...

O kovaladı biz kaçtık. Bir gün yakalanacak mıyız?.. 


Belki...

Bir kalleş kurşuna...

Adına namus deyip vururlar.

Belki bugün...

Çünkü bacaklarımızın arasında aradınız namusu...

Beynindeki uru aldıramayan adamları sünnet oldu diye Müslüman saydınız. 

"Neredesiniz!?"

Kabus
Üçüncü sınıfın sonunda babam köydeki eğitimden hayır gelmeyeceğini anladı. Ertesi yıl şehir merkezindeki okula geçirdi kaydımızı.

Parasızlığın ve namus belasının başımıza ördüğü 
ilk çoraptı halamın evinde kalmak.

Bir mayıs gecesi...

"Konuş!"

Kardeşim de ben de öylesine sıkılmıştık ki her gece saat yedi buçukta uyumaktan.

Günün neredeyse yarısını uykuda geçiriyorduk.

Evimizdeyken, geceleri babam bize portakal soyar yedirirdi kışları. Saat on olduğunda da öper yatağımıza yatırırdı. Gece eğer soğuk olursa -ki Erzurum'da sıcak kış geçirmenin hayali bile ayıptır- gelir üstümüze bir kat daha yorgan atardı. Bazen meyve yerine fındık, fıstık olurdu.

Az olurdu.

Parasızlıktan bize nasıl yeteceğini şaşırırdı hatta...

Ama baba sevgisiyle, aşk ile doyardı karnımız.

"Şimdi..."

"... neredesiniz?"

Uykuda peşimizi bırakmaz... Tatlı düşlerde portakal kabuklarından gemilerim ile Rusya'ya giderdik. Oradan demir alır Japonlar ile ticaret ederdik. Dönüşte paraşütümüz ile Hindistan'a iner bir tur yoga yapar, uçan halılarımızla evimize dönerdik. Gemi yok olurdu rüyanın ortasında. Uçan halı, paraşüt, uçak yahut tren... Hiç fark etmez... 

Yolcu nereye gitmek istediğini bildikten sonra...

Gemi ile de döner idik ara sıra... 
Babam kaptan olur biz de tayfası. Annem baş yardımcı. Neden hep onu baş yardımcı olarak görüyordum? 

Bilinmez.

Çocuk aklı işte...

Halbuki annem olmasa babam belini doğrultamazdı...

Halama geldiğimizden beri ruhsuz, iştahsız ve isteksiz geçiyor günlerimiz. Bir de rüyalarıma bir nene gelmeye başladı. Nene mi ana mı bir tuhaf gerçi. Yaşlı görünüyor ama çevik hareket ediyor. Son zamanlarda oldukça sık görür oldum.

O gece de rüyalarımın anası uyandırdı beni.

"Sizler!"

"Neredesiniz?"

Tuvalete gitmek için doğruldum yerimden. Evde bir aşure kokusu... Burnumun direğine dokundu. Saç tellerim arasından ayağa düştü. İnsanlık onuru gibi... Paramparça olmuş aynalar gibi...


"Ez geç!"

Çok da severim annemin kara buğdaylı aşuresini. Bazı zamanlarda içine darı da koyar... Darılı aşure o yıl sürpriz olurdu bize.

Sarıyı da darıyı da sevdirir annem.

Geçen yıl bizi halama uğurlamadan evvel de bir aşure kaynatmıştı. Kardeşimle sildik süpürdük... O kadar çok yedik ki! Kaç kase idi?.. Annem bile sayamamıştı. Keyfimiz yerine geldiğinde annem oturttu bizi karşısına.

Ela gözlerini iyice kıstı, burnunu kırıştırdı ve konuşmaya başladı:

"Bak Ayral'ım. Burası babanızın evi. Rahatınız yerinde. Yediğiniz de giydiğiniz de kimseye dokunmaz. Ama elin evi böyle olmaz. Elin ağzı durmaz yavrucuğum. Sabah yola çıkacaksınız. Halanız alacak sizi... Evine alacak... Yuvasında bakacak... Onu sevdiğinizi biliyorum. Hatta benden de çok seviyorsunuz ama elin evinden bana sizinle alakalı laf gelmesin. Kimse bana "Kızların şöyle" diye yakınmasın. El alemin diline düşersek rezil oluruz. Bir de saçlarınıza bit bulaşmasın. Ayral sen kardeşinin saçlarını da örersin. Bir de oğlanlarla göz göze bile gelmeyeceksiniz. Duymayacağım. Ders çalışın. Çok çalışın. İnsan olun diye gönderiyoruz sizi şehre." 

İçime bir şeyler oturdu.

"Neredesiniz?"

Annem neden bize güvenmiyor?

Neden şimdi bana el aleme bizi rezil etmeyin diyor? Bir şey mi yaptık acaba?

Laf eden mi olmuş köyde yoksa?..

Odanın kapısını açtım. Koridorun sonuna yürümem gerek lavaboya ulaşabilmem için. Yürüdükçe kokular yoğunlaşıyor.

Yürüyorum!

Burnuma bambaşka kokular gelmeye başlıyor.

Celal'in kahkahaları da...

Halamın sesleri kulağımda:

"Ye paşam! Yarasın!.."

Salonun kapısından geçmem gerekiyor. Kokulara kahkahalar karışıyor.

"Neredesiniz?"

Aile saadeti böyle bir şey mi?..

Kafamı kaldırıyorum. Mahmur gözlerle bakıyorum içeriye. Celal ayaklarını koltuğun tepesine uzatmış yatıyor. Halam masanın başında. Sofraya börekler, yemekler, aşureler dizilmiş güzelce. Masa örtüsü mor menekşelerle süslü. Boğazımda yumrular diziliyor. Ses çıkarmadan lavaboya gidiyorum.

Halam bizi niçin bu şekilde cezalandırmış olabilir?

Söyler misin anneciğim; sizin namusunuza laf getirecek ne yapmış olabilirim?

Pek ala halamı bundan sonra nasıl ciddiye alacaksınız? Hayır, onun yerinde başkası olsaydı da... Bu iki yüzlülüğü nasıl affedelim? Bu aymazlığın neresinden tutup bağrımıza basalım?

Cevap versene...

Bu bencilliğin neresine merhem sürüp rehabilite edelim? Topluma nasıl kazandıralım? 


Eve geldiğimde peruğumu çıkarttım. Jean pantolonum, beyaz t-shirtüm ve spor ayakkabılarımı geçirdim üzerime. Öylesine doygun hissediyorum ki... Kıyafetlerim ruhum oluyor -iş yerinde değilken-.

"Neredesiniz?"

Yanımdaki yaşlı teyze

"Son durağa geldik kızım insene!"

demeseydi evime de gelemeyecektim. Bir daha insanlar ile temas kurarken dikkat etmeliyim.

Sonra duraklar kaçırıyorum. Dinmiyor geçmemiş fırtınalarım... Geçmişe yolculuğum...

Her cuma akşamı evimin az ötesindeki küçük birahaneye uğrarım. Bu defa biraz gecikmeli gidiyorum. Yaşar ağabey boynundaki altın suyuna batırılmış taklit kolyesi ile karşılıyor. Her zaman ne kadar içiyorsam bugün de o kadar içiyorum. Bu defa kesmiyor, susmuyor zihnimin içindekiler... Susturamıyorum...

Madem seni ele geçiren bir şeyler var, yok etmenin de yolları var değil mi?

Gözüme kestirdiğim bir kadınla beraber dönüyorum eve. Güzel görünüyor ama biraz aklı eksik...

Yoksa?..

Kız çocuklarının beynini mi hadım ediyorlar daha ufacıkken?..

Kafasındaki koyu gri şalı ensesinde bağlamış. Göbeği açık bluzu ile bol kesim pantolonunu da beyaz papuçlar ile tamamlamış. Boynu bir fidanın gövdesi gibi... Dudaklarındaki ruj gülün en solgun tonlarından seçilmiş. Kemikli bir surat; gözlerinin altı çökük, parmakları çarpık, dişleri inci kolye...

Gözleri harmana yığdığımız otların renginden. Lacivert küpeleri ise gece penceremden izlediğim gökten süzülüp gelmiş... Konuvermiş kulağının memesine. Anahtarım tıngır tıngır... Sağa sola yalpalıyorum, yanımda yabancı bir kadın.

"Adın ne senin?"

diyorum kapıyı açarken.

"Reyhan"

diyor.


Salondaki deri koltuğa yığılıyoruz birlikte. Ardından bir kahkaha patlatıveriyor Reyhan.

Gülümserken bir nehir taşıyor ağzından. Yutkunmaya, kendini bastırmaya çalışıyor; beceremiyor. Kıkırdamaya doğru evriliyor sesler ancak asla durmuyor. 


"Başını açmak ister misin?"
"Aa, evet. Unuttum."

Kaykılarak başındaki iğneleri çıkarıyor. Ben de kalkıp bir bardak su içmeye gidiyorum.

"Evde şarap var mı?"

diye sesleniyor mutfağa yönelirken.

"Dolaptan alabilirsin."

Buzdolabının kapısını açıyor. Şişeyi ve raftan orta boy su bardaklarını alıyor. Parmak uçlarıyla basmayı deniyor. Dengesini arayan adımları mermere dokunuyor. Topuklarının pembesi yerini sarıya bırakıyor. Yoklayarak basıyor zemine.

Her an her şey olabilir. 


Dudaklarına değme şansı bulursun; şişenin...

Düşebilirsin!

İyiliğin kucağına veya çirkinin göbeğine.

Bir adamın...

Kadının kolları arasına.

Aşkla... Yok yok... Belki yalanlarla sarar.

Hatta dikenleri yüzüne batar bazen. Sarılmak ihtiyacından ses çıkarmayız.

Oysa kim ister sahte ninniler ile uyutulmak?..

Saçları salınıyor omuzlarına vuruyor.

Bakıyorum!

Teni toprak gibi. Bağrına basacak bir ırmak arıyor. Anaç; sevgi dolu elleri, etli ve kısa parmakları.

Çizsem?..

Bir güzel olur...

Ama asla dokunmak kadar olamaz.

Yoksa?.. Olur mu?..

Her baktığımda yeniden dokunurum.

Kalmazsa?.. Yanımda...

Yazayım o halde. Hem yazıp hem çizeyim. Her ihtimale karşı.

Ne diyorduk?

Her an her şey olabilir.

"Şuradaki kadın kim?"
"Kim?"
"Şu işte... Tuvaldeki... Kilolu olan."
"Bilmem..."
"Babaanneme benziyor."
"Hiç gördün mü ki?"
"Hayır..."

Biraz sessizlik...

"Iıı... Şey, beni de çizmek ister misin?"

İçimi mi okuyorsun güzellik? 

"Geç bakalım şöyle."
"Doldurayım bardakları..."
"Olur..."

Ortalığı kekik kokusu sarıyor. Üzümden yapılmıyor muydu bu?..

"Onunla gezerken terlemiyor musun?"

"Neyle?"

Deri koltuktan aşağı doğru kayan eşarbı işaret ediyorum.

"Hiç sorma ya..."
"Niçin takıyorsun?"
"Aksesuar."
"Hiç baskı yapmadılar yani?"
"Aman... Boş versene... Haydi çiz beni."

Boş eskiz kağıdım... Yumuşak uçlu resim kalemim ve Reyhan... Hepsi elimin altında.

İktidar benim!

Reyhan kafasını ileri doğru uzatıyor.


"Neden suyun içinde gezebiliyor?"

Sadece suyun içinde değil, duvarlarda da görüyorum. İçimi ne zaman korku sarsa, başım ne zaman sıkışsa yanı başımda bitiyor.

Celal...

Sanki adaletin terazisi şaştığında... Şahlanan atının sırtında nişan almış bir kadındı...

Tanrı tarafından yüceltilmiş.

Tıpkı İsa gibi...

O ne zaman gelse yer ve gök birbirine girercesine sarsılır. Ya da adalet dengesi bozulduğundan yer de gök de durulmazdı.

O da dengeyi bulmak için gelirdi. 


Ben hiç korkmazdım.

O geldikten sonra korkunun, endişenin yeri olmazdı gönlümde. Yüreğimdeki acıya... İntikam ateşine su serperdi.

"Hım..."
"Söylemeyecek misin?"
"I-ıı..."

Annemin aşure kokusu burnumda tüterken döndüm odaya. Yatağın köşesine uzanıverdim...

Ölümün kıyısından yelken açmak üzere sonsuza... Veya isyan çığlıkları ile koparırsın bir yaygara.


"Neredesiniz!?"

"Asası da var. Musa Peygamber mi yoksa?"

Bir kahkaha atıyorum.

"Ne çok merak ettin?"

Bu sefer olmayacak...

Pek sevgili anasının kucağına dönmek zorunda kalıyor. Celal... İki fesat ruh sarmaş dolaş...

O dünyada bana yer yok.

"Anlatsaydın..."

Reyhan'a yanıt vermek arzum ile Celal'in kadınlara bakışı arasında bir ilişki var. Bir dokunuş... Taciz bile olsa savunacak bir tarafını bulursunuz; çünkü roller çoktan dağılmıştır sizin için.

Kadınlar ve erkekler dünyamızdaki en büyük iki düşman aile midir yoksa? Aynı ailenin üyeleri bu nedenle mi yasaktır?..

Aynı cinsten gelen sevgi hangi kalıba sığar?

Celal'in bakışlarına kimin töresi göz yumar?

"Daha iyi bir fikrim var."

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Yurtsuz


Dört duvarın üzerime geldiği küçücük bir delik... Gözler önünde eriyip giden insancıklar, dokunaklı öykülerin yok olduğu betonarme binalar, tıkırtıları ile sözcüklerimizi ele geçiren klavye tuşları, karşımda ahşaptan raylı çekmeceler, aşağıda ittirerek kapatabildiğim bardak rafları, dahası oğlunu bakıcılara emanet etmek zorunda kalmış bir anne ve çekik gözlerinde gönlünü cehenneme çevirmiş vicdan azabından kaçamadığını ele veren incecik, puslu, nemli bakışlar... Arkadan gelen sesler eşlik ediyor gördüklerime, uğultular demeli belki buna. Ara kattan taşan kahkahalar bütün binayı sarsacak boyuta varıyor zaman zaman. Halbuki sadece üç kişi, varlığı erkeğin varlığına veya yokluğuna göre tartışılmış erkeğe göre, erkek için, erkeğe rağmen konumlandırılmanın da pek ötesine geçememiş asırlar boyu.

Boyun da eğsen, baş da kaldırsan merkezinde eril kimliğin durduğu katlanılmaz bir dünyadayız. Burası... Kaçışın yok...

Ancak ş
imdi tanımaya başlıyorum kadınları. Kaçı küllerinden var olmanın ne demek olduğunu anlatabilir? Ben onlardan biri olabilecek miyim? Kaynağı, yatağı, suyu ile yalnız kendisinde olmayı başarabilmiş sayılı kadınla birlikteyim. Haftanın her günü... Günün her saati... Dışardakiler için hayat akmaya devam ediyor, sen de benden fersah fersah uzaktasın ancak burada yaşamın buzları erimiyor, sümükleri bile donuyor insanın. Demem o ki zamanın damgası parmak uçlarımda. Halbuki ışık gibi sabit hızda olmalı değil miydi zaman? Ancak akmıyor. Yoğunluğu arttıkça cisimleşiyor. Örneğin, söyleşiyoruz ancak kelimeler yok. Gözlerim görüyor ancak ışık yok. Çayın demi var ama tadı yok. Uzakta iken kurtulabileceğini sanıyorsun değil mi? Benden kaçışın yok. Sana yer yüzünü tel örgüler ile ördüğümde bir mahpushaneye çevirip vereceğim son armağanımı. O zaman sözcükler de olmayacak. Kelimelerin olmadığı yerde şifreler devreye girer belirtiler, mimikler bazen sadece ayakların durduğu yön, gittiği yol, bakış. Söyler misin senin için seslerim uğultudan öteye gidebilir mi? Kadınların çığlıklarına uğultu demeye alışıksın değil mi? Konuş! Bu, kadınların imgesel eksiğinden mi?.. Evet ya da hayır... Konuş, yoksa karmaşadan mı? Böylesi de olur... Kargaşa üretkenliği de doğurur. O halde biz doğurganlar donuk kaotik bir zombiden başka neyiz?.. Susma, senin gibileri mutlu edebilmek için ne yapmalıyız? Kaos üretmeliyiz(!) Peki, üretemezsek?.. O zaman yok ederiz... Neyi?.. Dişi imgesini... Şimdi, ben senin karşında asla seninle uyuşamayacak bir başkası olarak mı duruyorum? Yoksa her şey zihninin içerisinde benimle ilgili bir egemenlik eksikliğinden mi doğuyor? Tacizini meşru kılabilse idin eğer sen -ki bu yapabileceğin tek şey yaşamın boyu- hayatında kalabilen hiçlerden olacaktım ve sen de tam bir erkek olmanın gururunu yaşayacaktın. Atladığın tek noktaydı gözlerindeki sapıklıkla bana hiçbir şey olamayacağın.

Arkadan gelen uğultular seslerin yüksekliğinden mi? Peki... Haydi kulaklarımızı tıkayalım... 

Bugüne kadar başka ne yaptık?..
Söylesene, hazır herkes biliyor senin gibilerin her zaman güçlü olduğunu -"Ben yaptım!" diyecek yüreğin varsa- söylesene.
Kabuklardan geriye kalan büyük bir savaş. Kapıdan çıktığımda göreceklerimi biliyorum... Caddeyi vızır vızır öttüren arabaların içinde neler konuşulduğunu hissediyorum. Dışarısı, yaşama tutunma yarışı uğruna birbirine başka koşullar altında asla dokunmayacak insanların cepheleri; sınırları ve tüfekleri ile dolup taşıyor. Duvarların içine hapsolup korunmak varken neden savaşayım -hem bu senin işine bile gelir değil mi-? 

O dünyada bana yer yok. Ama sana hiç yok.

Az evvel aşkın rengini sordu bana. Cevabını bulabilse idim uzun uzun sohbet edebilirdik. Bilse idim... Eğer aşkla dokunabilse idin, yani o zaman rengi olsa olsa denizin rengi olurdu. Bunun sebebi su bardağına çay doldurmaya çalışırken yakalanışım, belki. Neden sonra "Dalgınsın" deyiverdi. Halbuki ben hiç sevmem çayın rengini, özellikle demini. Kan gibi gelir, ürkütücü duygular eşliğinde hırçın dalgaların arasına atılır, dalarım. Anne şefkati ile aldı elimdekini dokunuşundan içime işledi sıcaklığı. Tenimin de altına. Herkes birbirine dokunur, tecavüz ederek yahut severek dokunur, arzulayarak veya öldürme isteğiyle dokunur, işkence için belki iyileştirmek için dokunur... Bu iyileştiren bir dokunuşu andırmıyor değil. Yok, yok... Sadece büyük bir yanılsama. Herkes birbirinden bir şeyler almaya gelir. Alır. Ve gider. Yoksa bunun için sebebi olmaz. Bir de senin gibiler var; cin olmadan adam çarpmaya kalkıp kıç üstü çakılanlar. Koca bir bardak soğuk suyu lavabodan aşağı boca etmek ile içmek arasındayım. Yalnızım ve sanırım yurtsuzum. Senin bir yerin var değil mi? Evet, biliyorum sen yere çakılmış bir faresin. Bardaktaki suyun karışmak istemediği o çukurun en pis yerlerinde. 

Döksem... Bardağı suyu hapsetme yeteneğinden mahrum edeceğim. Dökmesem... Su küçücük bir bardağın içinde mahpus kalacak. 

Bir soru, değeri milyon dolarlar olsun isterim: "Lağım boruları mı daha büyüktür yoksa elimdeki bardak mı?" Unutma! Bardak suyu senden koruyor. Vahşetinden uzakta... Bak, bir avuç toprak. Senden koruyor tertemiz suyu. Kirletemezsin! Beni kirletemeyeceksin! Ilıştığında midemden geçip kanalizasyona karışacak. Böylece bana can verecek ve seni yakacak hücreler ile buluşacak. Kanalizasyona karışan idrar, amonyak zengini. Yaraların iyileşmesinde etkili. İdrar kadar olamayacağının bilincindesin. Yenemeyeceksin. Hem İstanbul'un devasa binalarının içinde başımı sokacağım tek yerdeyim. Kalıcı mı burası? Hayır değil, biliyorum. Basıp istifayı gideceğim zaten. Oysa bir bu mutfaktaki huzura bir de lavabonun kapısından içeriye girdiğim zaman beni bekleyen mahremiyet duygusunun beraberindeki sükunete teslim olabiliyorum. Ancak ben bir bardak su değilim. Kanalizasyona karıştığımda senle bütünleşme imkanım yok. Mesela beni içemezsin. İşte bu yüzden bir fare olduğunu asla unutamayacaksın. Çünkü bu bizi birbirimizden ayıran bir başkalık deneyimi. 

Ayrıca, belki su özgürleşmek istemiyordur. Belki ben de istemiyorumdur bunu. İçeriden izlerken her şey öylesine kolay ki. Kim çıkacak şimdi kabuklarından? 

Sınırlara saldırılar
Sınırlarına tecavüz ediyoruz insanların. Öyleyse tecavüze uğramış bir insan nasıl yürür? Nasıl bakar? Nasıl konuşur? Peki ya kadınlar? Tecavüzün varlığımızı tanımlamadaki yeri ne? Varoluşumuzu tamamlamak için bir ezme ezilme ilişkisine ihtiyacımız oluyor demek ki... Ezilmeden efendiliğin, ezmeden köleliğin verdiği özgürlüğün keyfiyetine varamıyoruz. Evliliklerin sınırlarımızın uğradığı en büyük saldırıları doğurduğunu söyledi bana geçen. Mutlaka biri diğerine üstün gelmeyi deniyor ve başarılı olanın hakimiyet alanı geri kalanları böcekleştiriyor. Mesela mutfakta erkekler birer böcek midir? Yatakta ise kadınlar?.. Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ancak şundan eminim; benim olduğum yerde dişleri sökülmüş bir faresin. Evliliklerde cinsiyetler arası eşit olmayan iş bölümü bir tarafı ahtapota dönüştürüyor imiş, ben de Bilgeciğim'in yalancısıyım. Sanırım kendini kocasının kölesi, cariyesi gibi hissediyor. Hem çağdaş hem geleneksel bir köle olduğunu ayırt edebiliyor. Ancak ben hiç evlenmedim. O bu konuda tecrübeli. Belki dayak bile yiyordur bu zarafet. Zaman zaman yeşillenen cildi hakkında aklımda dönen ihtimaller öfkelerimi perçinliyor. 

Yüzümdeki kaşıntının beni ele geçirmesine neden olan öfkeler bunlar. Koca koca karıncalar sanki yanaklarıma baskın yapmış, omuzlarımı istila etmiş gibi. 

Evliliğin bile büyük bir aldatmaca, tecavüzün ve şiddetin başka bir boyutu olduğunu düşünmek için hiç geç değil. Yüzümdeki boya mesela, derimi yüzercesine... Yok edesim var. Neden evimden çıkarken boyanmak zorunda kalıyorum her iş günü? 

Belki boyanmış maskelerimizin altındakileri görmeye tahammülü olmadığından insanların. 

Dün akşam bulaşık makinesinin etrafa nasıl köpükler saçtığını bana anlatalı bir iki saat geçti. Fayansların aralarındaki beyazlıklar artık silinmekten aşınmış koyu griye dönmüş diyerek ekledi: "Yerleri bir güzel paspas edecek vakit buldum böylece". Şöyle güzelce parlattığını, fayansların aralarını özellikle deterjan ile ovaladığını söylemeden de geçmedi. Hiç de yorgunluk, yılgınlık görmedim bugüne dek yüzünde, duruşunda, sesinde. Hazreti Muhammed'in ve diğer tüm peygamberlerin de yılmadan çalıştığını söylüyor, bilenler. Benim gibiler için ise umutsuzluk kuyusundan başka bir yere gidecek mecal yoktur oysa. İnsan bir isyan eder ya hu. Yok. İstikameti ve istikrarı öylesine sağlam ki sel gelse önüne katamaz, deprem olsa yıkıp geçemez, çığ düşse sürükleyemez. Kaya gibi dipdiri, sapasağlam. Ancak ayakları ile yere basan kanatsız bir meleği de andırmıyor değil. Bu sabah da önceki bütün sabahlar gibi sekizde masasında papatya çayı ile karşıladı tüm ofis çalışanlarını. Toplasan üç kişiyiz zaten oysa onun için ciddiyet öz saygı ile eş değer. Yani, patron olması işe geç gelmesini gerektirmiyor. Anahtarı ile demir kapıdan içeriye girmek onun için bir terapi anlaşılan. Çalışkan, saygın ve son derece düzgün giyimli; tam bir İstanbul hanımefendisi. Ayrıca bu dünyanın kaldıracağından fazla naif. Mesela ellerinde benimkinin aksine hep şeftali tonlarında ojeler, dudağında ise yavru ağzına göz kırpan ruju ile sanki uyandığı gibi gelmiş kanatsız bir melek karşımda duran. Melekler de uyuyup uyanıyor mudur deme, ben de onu görene kadar pek anlamamıştım; yer yüzünde ayakları yere basabilecek uhrevi yaratıklar olabileceğini. 

Benimkinin aksine diyorum çünkü orta parmağımdaki siyah oje mitolojide ikiye bölünen Afrodit'in kötü ikizini andırıyor. Belki Afrodit döngüsel bir ikileme girmiştir? 

Tıpkı kadınların tırnakları gibi hem kartal pençesi kadar yırtıcı hem de zarafetin sembolü ikilemini taşıyor, göz kırpıyor görenlere. Bir de vazgeçemediğim yaz güneşi rengi... Neşe, enerji ve hareketi simgeliyor. Ruhumdan taşıp işaret parmağımın devingenliğinden selamlıyor evreni. Haydi tahmin et?.. Turuncu. İktidar ve güç hırsı ile masaya yumruğunu vuran baş parmaklarımda; asker yeşili ojelerim. 

İçim dışım birbirine karışmış. İş güç bitmiş, yanaklarım soyulurcasına allık ve pudradan temizlenmiş ve kendimi bulduğum yer Eminönü otobüs peronları. Evet, henüz eve uğramadım. Asker yeşili ojelerim ile aynı tondan çöp tenekeleri peronun hemen arkasında. 

İş çıkışlarında uğramadan edemem fukaralık ve israf yuvası İstanbul sokaklarına, kaldırım kenarlarına, sahil dilencilerinin derin yüz çizgilerine. Çizgiler, Kızılırmak'ın çatlak toprağı gibi.  

Gözüme çarpıveriyor pasaklı bebek arabasının içinde gerinen küçük erkek çocuğu, yanında karalar içinde kötü giyimli çingene kadın oturup bayat ekmeklere yumulmuş, aradan küflüleri ayırıyor. Ekmek parası istemeyi bırakmış, çocukları için önündekiler arasından en iyisini seçmeyi tercih etmiş anne. Güneş gözlüklerimin ardından görebiliyorum; ki aramızdaki mesafe en az iki metre. Demek gözlerim de kulaklarım gibi sandığımdan keskinmiş. Başındaki yazmayı öne doğru çekiyor. Kenarındaki oyaların tozlanmış sarı gülleri yüzünden aşağı dökülüyor. Elimdeki küçük kek paketine bakıveriyor yanlışlıkla. Görme ihtimalime karşı gözlerini çeviriyor; ayıp etmiş sayıyor kendini, utanıyor. Uzunca oturuyor olduğu yerde, mavi çöp poşetinin içindekileri elemeye devam ediyor. Az ileride beton çıkıntının tepesine yerleşiyorum. Sahile karşı güzelce bir sigara yakıyorum. Demincek aldığım keki yemeye yüzüm yok şimdi. 

Yesem... Aç gözlü hissederim kendimi. Henüz öğle yemeğinden bu yana altı saat geçmedi. Bir taraftan da tok hissetmiyorum. Ama küflü ekmeklerden çok daha iyileri bekliyor evde. Peki ya akşam sekizden sonra eve varır o saatte yersem sağlığıma zarar verir miyim? Bir tas çorbadan kime ne olur? İçinde un yoksa tabii. 

Öte yandan damarlarımın içinde dolaşan kan ağırlaşıyor. Vicdanım kan pıhtısına dönüyor. Kadınların üzerindeki yük neden bu kadar fazla? Neden küflü ekmekleri karıştıran bir erkek göremedim? Küçük bakımsız kız çocuğu öte taraftan gürültüleri kulaklığımı aşan yaramazlığıyla geliyor. 

Aklımın içi dışından ayrılamaz artık. Plastik sebze kasasını sürüklüyor, içinde cips ve çikolata paketleri, ama boş. Tıpkı yüreklerimiz gibi; kirli ve boş. Keşke o çingene kızının ellerinde olsaydı gönlüm. Değil... Plastik bir sebze kasası kadar olamadığım için belki. Elinde sarı bir çakmak ve yalın ayak, penguenleri andıran hafif paytak adımları ile geçiyor önümden. Akşam sekiz olmasına rağmen saçlarını taramamış daha... Kasayı bırakıyor yere. 

Yırtık donuna inat özenle oturuveriyor işinin başına. Şeytanın avukatlığını yapacak bir gugukçu gibi son atımlık kurşuna kadar hazır ve nazır; oldukça ciddi. Oysa şeytanın avukatından masumiyeti ile ayrılıyor. 

Boş abur cubur paketlerini tutuşturmak için çakmağı yakmayı deniyor. İlki başarısız. Asfaltın tozunu toprağını süpürmüş sarıdan bozma saçlarını geri atıyor. Kaşlarını çatıp yeniden deniyor. Kararlı. Bunu seviyorum. Bazı şeyleri çok sevsek çok istesek de gerçekleştirecek gücümüz olmuyor. Bu da onlardan biri; ikinci deneme. Başarısız. Azim dolu bakışlar plastiği eritecek neredeyse. Bakıp hırslanıyorum. "Yak kız şunu artık!" deyiveriyorum. Meraklı bir çift göz ile muhatap oluyorum bu defa. Umursamıyorum. Üçüncü deneme, başarısız! Arkadan gelen sesler yoğunlaşıyor. Susun! Artık herkes kendi işine baksın ben çingene kızına. Çingene kızı usanmadan deniyor; dört, beş, altı... Başarısız. Pamağını yaktın güzelim. Bu ne gözü peklik. Canın yanıyorsa durmalısın. En azından ateşle oynarken. "Ateşbaz mısın? Baban nerede, anan nerede senin?" 

Az önce küflü ekmekleri ayıklayan kadın bana doğru geliyor. Seviniyorum. İsteyecek benden keki. Yok yok, o kadar gururlu göz çevirmezdi. İsteyecek olsa... Tam o an... Para istesin?.. Haydi... Yok... Onu da istemez. 

Bir şey almayacaksan benden ne diye geliyorsun o zaman? 

Döküntü bebek arabası önde kara kıyafetleri uçuşan kadın arkada geliyor. Küçük kız beyaz bir kağıt parçası ile tutuşturuyor her şeyi. Kadın hışımla bir tokat atıyor. Uğultular doluyor kulağıma. Bir şeyler diyor ama anlaşılmıyor. Kadın kızın annesi mi? Öfkeli bir insandan fazlası değildir belki. Tutuşan kağıtları söndüren; bir kadın. Kızın kolundan tutup çekiyor. Artıyor... Arttıkça artıyor bütün sesler. Ortalık karışacak. Gitmek gerek eve. Telaşla kalkıyorum yerimden. Paketi bebeciğin ayaklarına bırakıveriyorum. Kadın arkamdan konuşuyor. İyi mi, kötü mü? Bilmiyorum. Kulağımda uğultular. 

"Anan baban nerede senin kızım?"

15 Ağustos 2019 Perşembe

Uçmak

Bego’nun yok oluşu
Pencerenin önündeki kırmızı sandalyede oturan genç kadın, minarenin şerefelerini süsleyen ışıkları izliyor. Saçlarını geriye atıyor, küçük benlerle bezeli dar omuzlarına bir tokat gibi çarpıyor her tel. Canı sıkıldıkça, eline bir kadeh içkisini alıp o minareyi izler. Bu gece de onlardan birinde. Aklında geçen sabah… Bego’nun yok oluşu… Belki yeniden var oluşu…

Onun gidişinden beri biraz durgun. Elini attığı her şey de kurur mu bir insanın canım?.. Kuruyormuş işte… “Çiçek bakmak zahmetli iş ağabeyciğim.” diyor, eteğinin kenarındaki pembe dikiş iplikleriyle oynarken. Hem daha kahvaltıyı bile hazırlamamıştım o gün. Bir de baktım ki, günden güne yaprak döken güzel kızım, o sabah tümden toprağa karışmış. Hiç annene çekmemişsin diyorum ona, beni görmüyorsun daha, biliyorum. Begonyalar rüzgarı sevmez kızım, ancak ışığını güneşten alan ayın, gecenin, kışın sabaha ve bahara evrilen eserekli havasını güvenli köşesinden seyretmeyi çok sever.

Cereyanda kalırsan hemen soğuk alırsın, biliyorum. Bu yüzden, gecenin yarısında tenini süpürüp gelen Haziran meltemini karşılarken bir kat daha mutlu olacağım. Çünkü geçen sabah, seni öldürdüğünü düşündüğüm esintilerin ardından kahverengi saksının kenarına yerleşerek toprağını eşeleyen bir çift kumrunun ötüşünü unutamayacağım. İki keklik bir kayada öter mi? Bilmiyorum, hiç şahit olmadım, ama ölü gövdenin karıştığı bir avuç yerde, artık ekmek kırıntıları var. Seni yanımda tutamadığım için çok üzgünüm.

Sevgili Bego… Çiçeklerini özlüyorum, bu yüzden son zamanlarda pembe giyinmek iyi hissettiriyor belki de… Gece uyurken, sabah uyanırken şöyle bir bakıyorum saksının köşesine. “Acaba bugün gelip toprağından nasiplenen var mı?..” Diye. Süleyman peygamberi getiriyorsun artık aklıma. Yine kırıntıların yenmiş, tabağına koyduğum su içilmiş. Şu kırmızı deri sandalyede oturan genç kadın sen misin? Keşke çıkıp gelsen bir surette… Bu odaya, yanıma dönsen tekrar, keşke, saksıdaki boşluktan uçup gittiğin diyarlardan, bana.

Biricik begonyam. Cennetteki yerin güzel olsun. Beni unutma, beni bekle. Bir bayram günü buluşacağız ya da buluştuğumuz günün adına bayram diyecekler. O gün belki Rize’nin belki de Üsküdar’ın kıyılarını döven dalgaları seyredeceğiz, kokusuyla aklımızı alan birer bardak çay eşliğinde. Ben açık çay severim biliyorsun anneciğim. Çikolatalı bisküvilerimizi çay eşliğinde kıtır kıtır mideye indireceğiz… Belki yaramazlık eder çaya da batırırım… Yine de, akşamleyin zeytinyağlı taze fasulye yemeyi ihmal etmeyiz, söz.

Bir mit doğuyor
Bir yandan Şebnem Ferah Gözyaşlarımızın Tadı Aynı, diyor diğer yandan çağdaş yaşamın her anında yeni bir mit doğuyor. Roland Barthes mitlerin günümüz dünyasında yeniden yazıldığını söylerken, saksının kenarından uçup giden kumruların guguklamasını duymuş mudur? Şimdi, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi çocuğun Fransız bayrağını selamladığı tasarım düşüyor önüme.

İki gün önce haberlere yansıyan Cezayirli Feuzi Zabaat’ın havada yakaladığı Suriyeli iki yaşındaki miniğin hikayesi ile sarsılıyorum Haziran’ın yirmi altısında. İstanbul Fatih’te gerçekleşen olayda, Dora, annesi yemek pişirirken ikinci kattaki evin açık bırakılan penceresine yaklaşıyor. Cezayir uyruklu Zebaat minik kızı yere düşmeden önce yakalıyor. Yaşananların yansıdığı güvenlik kamerası görüntüleri tüyler ürpertici. Hemen hemen tüm haber sitelerinde işlenen bu haberin dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda var.

Gündelik siyasetin ardında kalan derin ayrıntılardan sadece bir tanesi bu haber. Mülteciliğin, yurtsuzluğun her yanımızı sardığı gerçeğini bir kere daha okuyor, izliyoruz. Barthes, Fransız sömürgesi küçücük bir çocuğun dergiye kapak fotoğrafı olarak koyulduğu o zamandan bugüne baktığında, birliğin şifrelerini okuyabilir miydi? Bence okurdu.

Yalnız, düşülmesi muhtemel bir yanılgı olduğunu düşünüyorum bu haberde. Cezayirli genç adam ile Suriyeli küçük kız çocuğunun, bize, üzerinde yoğunlaşma fırsatı verdiği hakikat, kadim inanışımızın bin yıllara dayanan gücünden besleniyor. Son zamanlarda çevremizi saran seçim sloganlarında verilen mesajlardan daha derin yerlerde yatıyor bu hakikat…

Ve Barthes’tan uçmağa bakınca… Geçmişten bugüne değişik biçimlerde meydana gelen hakikatimizin, yurdumuzun göbeğinde yinelenmesinin uçmak ile bir bağı olmalı. İşte benim cennetim(uçmak), Fatih’teki o pencerenin altında.

Bayram: Vardığımız yer
Ölülerimizin, ayrılıklarımızın yanında bir de sevdiklerimizle buluştuğumuz noktalar vardır. Bu, bazen tarihi taştan binanın bahçesindeki cilası aşınmış banklar, bazen küçük bir telefon konuşması, bazen saatlerce süren yürüyüşler olur. Bayramlarımız küskünleri barıştırmada önemli günler olarak biliniyor. Ramazan bittiğinde önceki gün iftardan damağımızda kalan tatların eşlik ettiği coşku ile bayrama uyanıyoruz. Ancak bu coşkunluk tenselden tinsele doğru bir hareket halinde değilse sonu hüsran oluyor.

Pembe gömleğimin düğmelerini iliklerken, makyajımın toprak tonlarında olması gerektiğini düşünüyorum. Biraz parfüm… Saçlarımı tarıyorum, alagarsonun kelime anlamını bilmeyen birkaç insan düşüyor aklıma. Gülümsetiyor bu ayrıntı. Çünkü her duyduğumuz bilgiyi, teyit etmeden kullanırsak, kendimizi açık etmekten başka hiçbir şey yapmamış oluruz.

Bugün, üçüncü gün. Bina kapısı kapanırken içimde özlemle karılmış birçok kırık duygu ve tabii orta noktada buluşmanın sevinci. Bu bayram, öfkelerini aşamayan bir kadın yürüyor Arnavut kaldırımlarda. Affedemeyen, bağrına basamayan, anaçlığını kaybetmiş, yıkık bir surat… Sırtına bir yük bağlanmış, kalburu var sanıyoruz… Cayır cayır yanan Notre Dame gibi… Nazım Hikmet, kadınlarımızın yüzleri acılarımızın kitabıdır, derken belki bundan bahsediyordur.

Kulağımda Marmara’dan ilham almış top küpeler, minareyi izlemeden evvel kitaplığımın önüne bırakmıştım. Bayramı denizin dalgalarında bitireceğim. Vapurun sağa sola sallanışı küpelerimin rengine atıf yapacak. Deniz, kendini kirleten İstanbulluları halen barındırabiliyor. Küpelerimin farkı, affının olmaması. Hatta biraz meydan okuması, başına buyrukluğu…

Bayram Şekeri
Bayramın son günü, adaşımın ve kardeşi Adalet hanımların yanından geçiyorum. Habersiz... Bu bahçenin en güzel yanı her defasında yeni hikayeler ile beni buluşturması. Her gelişimde, dinlediklerimden, yenilenmenin izlerini sürebilme fırsatını bana vermesi. Bahçenin gölgede kalan kısmına dizilmiş ağabeylerim. Selamlaşma, bayramlaşma derken sohbete dalıveriyoruz. Az sonra iki masa açılıyor orta yere. Masalara, her zamankinden, simitler, kuru pastalar diziliveriyor. Bir de bayram şekerleri… Karpuzlu, böğürtlenli, çilekli… Ben böğürtlenlisinden seçiyorum, Ali ağabeyim, karpuzlusundan alıyor. Her bayramın bir şeker öyküsü olduğunu düşünüyorum. Kimimiz için hüzünlü, buruk kimimiz için öfkeli, haşin, bir başkası için buluşma sevincinin sardığı umut dolu hayallerle süslü.

Dr. Sait Başer vakfa gelene kadar dostlar toplaşıyor. Süt bebelerinden başlayan bir kitle söz konusu burada. Fatma Adile hanımefendi bayram şekerine benzetiyor beni. İçimdeki cadı, süpürgesini büyü kazanının yanına bırakıyor, “Naneli şeker olsa gerek.” Deyiveriyor.

Şu mekanda duyduğumuz, duymadığımız, gördüğümüz, görmediğimiz kim bilir kaç konuşma akıyor?.. Monologtan başlayarak… Güneş bahçeden çekiliyor. Karanlık bastırıyor, lambalar yanmaya başlıyor. Çay ile beraber demlenen muhabbet siyah demirleri çevreleyen sarmaşığın yapraklarına asılıyor, birleştiriyor gönülleri. Bir bayram şekeri hikayesi demiştik, kültürel meselelerin masaya yatırıldığı 6 Haziran’ın damgası Safiye Erol’dur bana kalırsa.

Safiye Erol hakkında dikkatimi çekenler
Erol hakkında son zamanlarda çeşitli görüşlerle karşılaşıyorum. Bunlardan biri, çelişkilerinden çıkamamış bir kadın olduğu düşüncesi. Bu tartışma konusu ilginç geliyor, “Çelişkileri olmayan insan var mıdır acaba?” Deyiveriyorum, hücrelerime yönelip. “Hepimiz Erol’uz!” sloganları da atabilirim belki. Kendi içinde çelişkiler, çatışmalar yaşamayan bir insandan ürün çıkartmasını bekleyebilir miyiz, peki? Yani, bir takım çevrelere zarar verdiğini sandığımız çelişki sorunsalı, gerçekten bereketsizlik mi getirir? Yoksa, çelişkilerde zuhur eden başka bir mana daha mevcut olabilir mi?

“İnsanın düştüğü en büyük tezat, dış dünya ile öz arasındaki uçurum, diyebilir miyiz? Bu uçurum, “Hangisi benim gerçeğim?” sorusunu sordurmaz mı insana? Böylece, arada kalan insanın yedi peçesi açılmamış düşüncelere yürümesi ne kadar saçmadır? Her çağ, kendinden öncekini yozlaştırarak, üstüne inşa etmiyor mu kendi ‘çelişkisini’? Bize düşen, peçeleri birer birer araladıktan sonra karşımıza çıkan ucubeyi evcilleştirmek midir? Onu olduğu gibi kabullenerek kendi üretkenliğinden yeni tezahürler görebilmek midir asıl maharet?”

Töre Ana burada
Pembe jelatinli bayram şekerinin yanındaki kuru pasta tabağından bir simitin çeyreğini alıyorum. Susamları dişlerime yapışıyor, birazı masaya, bir kısmı parmaklarımın arasından kucağıma dökülüyor Jean pantolonun dokusuna tutunup kalıyor. Yere dökülmemesi için itinayla toparlıyorum onları. Töre Ana’dan öğrendiğimiz kadarıyla yere dökülen nimet, kutun kaçmasına sebep oluyormuş. “Temizlik zaafiyeti, maddi, manevi beslenme sağlayacak her türlü nimete saygısızlık, otağın namusuna halel getirmek de kut kaçırır diyor, Töre Ana. “Çünkü bunlar toplumsal sonuçları ağır olan düşkünlüklerdir.” diyerek ekliyor.

Kut kazanmak için Töre’den razı olmak gerektiğini anlıyoruz böylece. Ancak, rıza etrafta hiç kimsenin olmadığı yerde de işler vaziyette olmalı ki Töre Ana’nın kemikleri sızlamasın. Çünkü onun uçup gittiğini sandığımız cennet bahçeleri, sokaklarda… Töre Ana sokaklarda, türeyişin sırrını fısıldıyor. Duyabiliyor musunuz?


24 Mayıs 2019 Cuma

Sanat ve bilim gençliğin tek ilacı

Evet, sevgili okuyucular;

Sanıyorum artık küçük bir ara vermenin zamanı geldi. Epeydir ihmal ediyordum sizleri. Daha iyiye hep beraber yol alabilmek için bu küçük ayrılığa ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Kısa bir yenilenme döneminin öncesinde size küçük bir veda yazısı bırakıyorum. Bu yazıda, Prof. Dr. Nabi Avcı Anadolu Lisesi öğrencileri tarafından sergilenen, 12 Mayıs 2019 günü izlediğim On İkinci Gece adlı tiyatro oyunu ile alakalı notlarımdan bahsedeceğim.

Öncelikle...
Oyunda kullanılan metne müdahale edildiğini belirtmek gerek. Diyaloglar, yer yer seyirciyi güldürecek biçimde değiştirilmiş. Öğrenci arkadaşlar, bu değişikliği kendi başlarına yapmışlar. Diyalogları dinlerken sosyal mesajlar içeren alt metinler görmemek elde değil. Bu bilinçli mi yapılmıştır? Orasını bilemiyorum ama izlemesi keyif verdi açıkçası. Oyunun akışında görülebilecek tek kusur, güldürünün bütün sahnelere yedirilmemiş olması. Ancak oyunun bu haliyle de bir çok profesyonel tiyatro ekibine taş çıkartacak potansiyelde olduğu açık! Çünkü, henüz lise öğrencisi olmalarına rağmen, kendi başlarına derslerinden, zamanlarından, sınav puanlarından ve rahatlarından fedakarlıkta bulunmuşlar.

Milli tiyatro tartışması
Bu arkadaşlar, oynadıkları oyuna saygı ile yaklaşmışlar! Bunu günümüzdeki birçok tiyatro ekibinde dahi görmek mümkün değil! Dolayısıyla profesyonel tiyatro ekiplerinin, tarihi karakterleri gülünç duruma sokarak milli sanat icra ediyoruz diyebiliyor olması oldukça ironik. Konuyla alakalı kültür işleri ile ilgilenen masaların kesinlikle çalışma yürütmesi gerekiyor. Bir milli tiyatro açığı varsa bunun 'işine saygı duyan' ve 'işin ehli' olan kişiler tarafından yapılması gerekir. Aynı zamanda gerekli eğitimleri almış kişilerin bu ekiplerde görevlendirilmesi gerektiği ihtiyacı ortadadır. Örneğin metinler yazılırken ceylân anlamına gelen gâzâle sözcüğü gazele olarak yazılmamalı, okunmamalı ve oynanmamalı. Hele ki bunu adı sanı olan büyüklerimizin yazdığı oyunlarda görmek, Türk gençliğinin kültür ve sanata olan inancını kırmaktadır. Branşlaşma çok değerli bir şey ve bunun nimetlerinden faydalanılmalı.

Yeniden emek...
On İkinci Gece için sarf edilen emeği  anlatmak için 'Keşke kostümleri görseydiniz.' der geçerim. Çünkü sahnede kullanılan materyallerin neredeyse tamamı öğrencilerin el emeği ile imal edilmiş!

Küçük yaştan itibaren tiyatro eğitimi verilsin
Keşke bütün devlet okullarında bir tiyatro dersi olsa!.. Ama o derste sadece tiyatro olsa! Birinci sınıftan itibaren bütün öğrenciler bir ekibin parçası olmayı tadabilse! Ve bu ekip bir sanat eseri ortaya koyabilse! Derslerde de tiyatro eğitimi almış insanlar eğitse öğrencileri. Tam on iki yıl boyunca disiplinli bir şekilde tiyatroya dair eğitim alan bir gencin canlı bomba olma olasılığı oldukça düşecektir, aksine, topluma zararlı olabilecek her şeyin de karşısında ferasetle duracak potansiyeli olacaktır. Çünkü sanat ruhu yumuşatan ince bir doğayı çocukluktan aşılamış olacaktır. Memleketimizin sanata verdiği ehemmiyeti de görme şansımız olabilse böylece, keşke. Ancak konu tiyatro. Tiyatro sanat olmanın da ötesine geçer, çünkü aynı zamanda bir iletişim yöntemidir..

Oyunculuk
Karşınızda gözleri sizin üzerinizde bir sürü izleyici, siz bir tirad okumak zorundasınız, bunu heyecanlanmadan, diksiyon ve nefes kurallarına dikkat ederek aynı zamanda da müthiş bir oyunculuk sergileyerek yapmanız gerekiyor. Tabii bütün duyguyu da izleyiciye geçirmeniz gerekiyor. Kah güldürmek için kah ağlatmak için. Oyunculuklar müthişti! Tek eksik diksiyon ve fonetik konusundaydı. Ancak özellikle, soytarı ve şövalye karakterlerinin oyunculuklarına diyecek yoktu doğrusu. Ayrıca Malvolio'nun jest ve mimikleri karakterin yapısına oldukça uygun sergilenmişti. Ses tonu dahi bu karaktere özel çalışılmışcasına etkileyiciydi. Şövalye karakteri dinamizmini, aylaklığını izleyicisine sorgu içeren bir güldürüyle işledi. Yine çok başarılı bir oyunculuk, soytarı tiplemesiyle karşımıza çıktı... Ekibin içerisinde sahne ışığı olan öğrenciler var. Bu öğrencilerle tek tek ilgilenilmesi ve geleceğe dair ufuk açıcı küçük destekleyici hareketler yapılması gerekiyor.

Marifet iltifata tabiidir
İşte, On İkinci Gece oyununu izlerken aklımdan geçen bir başka konu da şu, bu çocuklara sınavlarında ek puan verilmeli veya karneye yansıtılmasa bile bir şekilde teşvik uygulanmalı. Okulda bir tiyatro ekibi kurulmalı ve bu ekibe ehliyet sahibi bir kişinin rehberlik etmesinin önü açılmalı. Çünkü okullar öğrencileri ile sanatın ruhunu buluşturmalı! Çünkü sanat ve bilim gençliğin tek ilacı! Konuyla alakalı Prof. Dr. Nabi Avcı Anadolu Lisesi'nin öğrencileri için elinden geleni yapacağına inancım tam.

Ekibin başarılarının devamını diliyorum. Umarım destekçisi bol olur bu arkadaşlarımızın ve diğer gayretli tüm öğrencilerimizin...

Çünkü sanat memleketimizin hayat damarıdır...

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...