28 Ekim 2018 Pazar

Kanla tutuşan kandil

Pinterestten alınmıştır.
Kapkaranlık pelerinini savurdu koca adam. İri yarı gövdesini sağa sola sallayarak heybetle yürüyordu. Gözlerine dikkatle bakınca anladım, artık her şey alt üst olacaktı. O yaklaştıkça rüzgar şiddetleniyordu. Her adım yeni bir rüzgar oluyor, her yeni rüzgar bir öncekine katışarak esmeye devam ediyordu. Sabit durmam gittikçe güçleşiyordu. Tüm rüzgarların toplamı bir girdaba dönüştü. Deli hızıyla geliyordu üstüme doğru. Duruşumu dikleştirdim, dizlerimi kilitledim, ayaklarımı mıhladım. Niyetim bu girdaptan sıyrıksız kurtulmaktı. 

Olanca hızıyla beni döndürmeye başladı. Ayaklarım ile başım birbirine değmiş, birbirine geçmiş gözlerim yumuluydu. Kan kokusu duymaya başladım. Paslı bir çelik levha sardı vücudumu. Zırhımı kuşanmış, girdabın hızına eşlik ederken, sanırım bitti her şey derken karanlık bir yerde buldum kendimi. Nerede olduğumu anlayabilmek için ayağa kalkıp yürümeyi denedim. Nereye bastığımı bilemediğimden yere düştüm. Düşer düşmez bütün zırhım dağıldı. Ellerimle çevreyi yoklayarak bir süre emekledim. Elime bir kutu takıldı. Sağa sola sallayınca içinden bir takım sesler geldi. Avcumdan daha büyük olan bu kutuyu açmaya çalıştım. İçinden bir şeyler çıkacağını bildiğim için kutunun içine parmaklarımı daldırdım. Elime ince çubuklar geldi. Sağına soluna dokunarak ne olduğunu kestirmeye çalıştığımda bir kibrit olduğunu gördüm. Hemen kutunun yan taraflarında kalan yüzlerine sürterek yakmayı denedim. Kibrit yandığında çevrede bir kandil bulmaya koyuldum. Etraf hala daha belirginleşmemişti. Sadece bastığım yerler kasılıp gevşiyor ve yoğun bir kan kokusu duyuyordum. Hatta her yerim kanlanmış bile olabilirdi...

Yerde ayağıma bir şey takıldı. Yuvarlanarak benden uzaklaştı. Peşinden ben de gittim. Ellerimle yeri yoklayarak bir müddet aradıktan sonra kibritin de yardımıyla buldum. Bu bir kandildi. Hemen elimdeki kibritle kandili tutuşturdum. Kibrit kutusunu cebime koydum. Kandili de elime aldım. Yürümeye başladım. İnanamıyorum gördüklerime. Etrafım kaslarla dolu. Sürekli kasılıp gevşiyor ve koca damarların içinden kanlar akıyordu. Nerede olduğumu artık anlamıştım. Burası bir canlının kalbiydi. İyi de ben buraya nasıl olmuş da gelebilmiştim? Neyse biraz daha yürüyeyim belki bir çıkış yolu bulurum. 

Yürümeye devam ederken, karşımda bir yansıma belirdi. İyice yaklaştığımda bir aynayla karşı karşıya geldim. Saçlarım, ellerim, yüzüm, ayaklarım her yerim kana bulanmıştı. Gözlerimi yumdum inanamayarak yeniden açtım. Gözlerimi açtığımda ayna paramparça oldu ve kırık parçaları  bedenime doğru gelmeye başladı. Bütün vücudumda büyük bir acı hissettim. Elimdeki kandili sıkı sıkı tutuyordum. Diğer elim de cebimdeki kibrit kutusunu koruyordu. Kırık camların sonuncusu da vücudumu kesip geçtikten sonra yürümeye kaldığım yerden devam ediyorum. Yaralarımdan kanlar akmaya başlıyor. Ellerimdeki ojelerin rengiyle etlerimin arasındaki farkı ayırt edemiyorum artık. Bu sırada arkamdan bana yaklaşan bir soluk hissediyorum. Hızlıca geriye döndüğümde birden yok oluyor peşimdeki soluk. Yoluma devam ediyorum, bir çıkış yolu bulma ümidiyle. Ancak yeniden aynı soluğu hissediyorum arkamda. Bu sefer takip etmesine izin veriyorum. En azından boş bulunduğu ilk anda tepesine çöker kibritle aleve verir öylece kurtulurdum. Tüm bunları içimden hesap ederken tam ensemde hissediyorum bu soluğu. Kandilimi kafasına vurmak için ani bir dönüş yapıyorum. Benim dönüşümle manevra yapması bir oluyor. Bu sefer yeniden vurmayı deniyorum ama ben ona vurmak isterken elim sabit kalıyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Ensemde hissettiğim soluğu bu sefer her tarafımda hissetmeye başlıyorum. Aynı anda çarpıyor esintisi tenimin her yerine. Bu sırada kan kaybetmeye devam ediyorum. Çevremde dönmeye başlıyor. Her dönüşünde biraz daha başım dönüyor. Her dönüşünde biraz daha gözlerim kararıyor. Her dönüşünde derim biraz daha yenileniyor ve kalınlaşıyor, sağlamlaşıyor. Yenileniyorum baştan ayağa. Zırhımın parçaları paslarından temizlenmiş bir şekilde derimin altına yerleşiyor yeniden. Bu soluk neydi? Kimdi? Veya kimindi? sorularıyla sesleniyorum.
"Kimsin sen?" 
"Hey!"
"Cevap ver..." Yeni bir rüzgar esmeye başlıyor. Bu defa karşımda bir yığın silüet beliriyor. Bir kısmı tanıdık geliyor. Geçmişte kalbini kırdığım insanlar veya bir biçimde kalbimi kırmış insanlardan oluşuyor.  Garip olan, henüz tanımadığım insanlar da var bunların aralarında. 
"Nişan al!" diye bir komut geliyor. Bu esnada kuvvetli bir rüzgar daha esiyor. Sabit durmaya çalışıyorum. Az önce ensemde ve tüm tenimde hissettiğim soluğu bir anda yeniden tam burnumda hissediyorum. Aman Tanrım yoksa bu Azrail mi? Hayır şimdi değil!..

Rüzgar gittikçe daralarak tek bir merkezin etrafında dönen hava kütlesi biçimine dönüşüyor. Bu kütle gittikçe hızlı dönmeye başlıyor ve sonunda kesiliyor. Dumanların arasında küçük bir adam beliriyor. Kısacık saçlarının uçları kıvrılmış. Gözleri kahverengiyle alevlerin arasında bir tondan. Çenesi sivri. Burnu ince ve yanakları çok hafif çilli. Teni beyaz, tıpkı bir vampir gibi ama vampir değil. Dişleri oldukça sarı ve ağzından keskin bir tütün kokusu geliyor. Hesap soran bir gülümsemeyle bakıyor suratıma.
"Ne istiyorsun benden?"
"Seni aynaların öldürmesine izin veremezdim."
"Sen mi öldüreceksin?" Alaycı bir şekilde gülümsüyorum.
"Kimin öleceğini ikimiz de bilmiyoruz. Kulağındaki küpeleri çıkarmanı istiyorum."
"O niyeymiş? Kim olduğunu daha söylemedin."
"Tanıyoruz birbirimizi biraz düşünmelisin sadece. Şimdi, küpeler!.."
"Çıkarmıyorum."
Arkasını dönerek ellerinde silahlarla bana nişan almış bir yığın insanı gösteriyor. 
"Bu kadar kolay ölmemelisin."
"Korkaksın sen, kıl kuyruk!" dedikten sonra yumruklarımı sıkarak olacakları beklemeye başladım. Kocaman bir kahkaha attı. 
"Kurşun ile şakalaşıyorsun."
"Bekliyorum..."
"Üzgünüm güzel kadın, seni bu kadar kolay yok etmek istemezdim."
"Eyvallah..."
"Haydi eyvallah..."
"Nişan al!.."
"Ateş!.."

O anda tüm vücudum sarsılıyor ama kurşunlardan değil. Bütün kurşunlar pişkin pişkin gülen o kısa boylu, tütün kokulu, çirkin adamın gözleri önünde ayaklarımın ucuna dökülüyor. Sapa sağlam ayakta olduğumu görünce hırslanıyor. Yeniden ateş emri veriyor. Kahkahalar eşliğinde beni yok etmek niyetinde. Ama ben biliyorum ki o gün bugün değil. Gözlerimi kapatarak bekliyorum olacakları. Kurşunlar yeniden ayaklarımın ucuna dökülüyor. Buna karşılık sinirleri bozuluyor, ağzından salyalar akarak belindeki kılıcı çekiyor. Az önce derimin altına yerleşen zırh yeniden bütün bedenimi sarıyor. Elimdeki kandil havada asılı kalıyor. Sağ elimi kalbimin üzerine getiriyorum. Beynimden süzülen bir kılıç çıkartıyorum kalbimden. İşte o anda anlıyorum karşımdakinin kim olduğunu. 
"Demek sensin!?"
"Ne sanıyordun?"
"Bu kadar alçalacağını düşünmemiştim."
"Hazır mısın?"

Bir müddet mücadele ediyoruz. Son kılıç darbemi ayaklarına vuruyorum. Ayakları ile bedeni birbirinden ayrılıyor. İşte o sırada tam karşıdan yine aynı pelerinli ve heybetli adam yaklaşmaya başlıyor. Gözlerime inanamıyorum. Her yaklaştığında biraz daha sıkı sarılıyorum kılıcıma. Dudaklarımı ıslatıyorum ve yutkunuyorum. Pelerinini savuruyor. Ellerini iki yana doğru açıyor ve bir elinde ne olduğunu kestiremediğim oval bir cisim beliriyor. Bütün dertlerimi, güçsüzlüklerimi içime gömercesine derin bir soluk alıyorum. Yeni bir dövüşe hazırlıklı olmak için bunu yapmak zorundayım. Her adımında yeni bir güçle kavrıyorum kılıcımı. Karşıma geldiğinde vakarla bana bakıyor. Göz bebeklerimden kalbime inen bir yol keşfetmiş gibi yani... Babacan bir sıcaklık hissediyorum kalbime akan ama her şeye rağmen kılıcımı sapasağlam tutuyorum. Elindeki oval cisim bir taçmış. Tacı başıma yerleştiriyor. 

Daha derin bir soluk alıyorum. Gözlerimi kapatarak buradan çıktığımı hayal ediyorum. Ayağımda bir pranga hissediyorum. Bir yandan ayaklarımı çekmeye çalışırken bir yandan da buradan çıkışımın hayallerini kuruyorum. Birden etraftaki kan kokusu yok oluyor. Gözlerimi açtığımda ayaklarındaki prangayı kırmaya çalışan bir güvercin olduğumu görüyorum. Azimle kanat çırpıyorum ancak olmuyor. Bir an sakinleşiyorum, kanat çırpmaya devam ediyorum ve geriye bakıyorum. Bir insanın kalbini yırtarak dışarıya çıkmaya çalışıyormuşum meğer. Daha dikkatle baktığımda bu adamın kurak bir toprak gibi çatlaklarla dolu olduğunu fark ediyorum. 

"Kimsin sen?"




26 Ekim 2018 Cuma

Kibritçi Kız'ın muayenesi

Pinterestten alınmıştır.
Hava karanlık. Halbuki daha güneş batmadı. Evimin balkonuna bakıyorum, anormal bir durum var mı diye. Küçük Prens ile Kibritçi Kız oturmuş çay içiyor. Dertleşiyorlar. 

"Tarçınlı kekin içine ceviz koyulmaz!" diyor Küçük Prens. Kibritçi Kız 
"Yeme o zaman." diyor. Elimi sallıyorum onlara.
"Hey, haydi aşağıya gelin. Birazdan yağmur yağacak. Ciğerlerimiz için iyi bir fırsat bu."
"Aaa, şuradaki surlara gidelim."
"İstanbul surları..."
"Balat'a da gidelim."
"Oradan da Beyoğlu'na geçeriz."
"Tamamdır. Gidiş yolunu çizdik bile."
Kibritçi Kız sordu:
"Sen bizi görebiliyor musun?"
"Sizi göremeyen birileri var mı?"
"Biz öyle arada bir gideriz insanların evine, boşken. Kek yer çay içeriz. Ortalığı dağıtır öylece de bırakır gideriz."
"Benim evimi toplamayacaksınız yani?"
"Evet..."
"İyi gelin surların arkasına geçelim. Şuradaki merdivenlerden çıkacaksınız."
Küçük Prens:
"Adımlarım bu merdiveneri çıkmak için çok küçük."
"Tırman Küçük Prens."
"Bence zıplayabilirsin."
"Tamam deniyorum."
Küçük Prens daha ilk zıplayışında benim önüme geçti. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Kibritçi Kız şımarık bir sesle kikirdeyerek gülümsedi.
"Ah... Küçük Prens..." 
"Haha... Ne bekliyorsun Kibritçi Kız?"
"Şımarma canım, daha iyilerini görmüştüm. Birşey başarmış sayılmazsın henüz."
Küçük Prens mırıldanmaya başladı. Kibritçi Kız kolumu dürterek:
"Ne zaman yetersiz olduğunu düşünse böyle olur. Bakma sen bunun kitaptaki filozof imajına. Egosu yaralanan her erkek gibi o da şuan kendisiyle savaşıyor."
"Müdahale etmeyecek misin?"
"Hayır. Bırak biraz acı çeksin."
Küçük Prens:
"Ne konuşuyorsunuz?" diye yanımıza geldi.
"Hiç canım, masalın satır aralarını anlatıyordum."
Küçük Prens:
"Ay, Kibritçi Kız... Bıkmadın mı bunları yeniden anlatmaktan? Senin anlatacak başka hiçbir şeyin yok mu?"
"Yok! Bay Küçük Prens, tabii ki yok. Benim yapabildiğim tek şey hikaye, masal artık adı neyse ondan anlatmak. Sen fular takmakla entel olduğunu zannet hala..."
"La Fonteine kesildin başımıza. Ayh... Kulaklarımı tıkamak istiyorum."
"Ben, La Fontaine'den değil, Dede Korkut'tan esinleniyorum Küçük Prens. Bunu sana kaç defa daha anlatacağım? Yok, efendim ben komünist mişim yani Küçük Prens ille etiketleyeceksin beni!.."
"Birşey demedim canım banane. He bu arada çok çirkinsin. Söylemiş miydim?"
"Yoo, söylememiştin. Hiç umurumda değilsin Küçük Prens. Sen suçunu biliyorsun bence git benden uzakta dur. Ayrıca, tarçınlı kekte ceviz de olur."

Gök iyice kararmış, göz gözü görmeyecek duruma gelmişti. Birden şimşek çaktı ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Şimşekler ardı ardına çakıyordu. Kibritçi Kız korkmuştu. Ceplerini yokladı. Sanırım kibrit arıyordu. Küçük Prens'in boynundaki fuların uçları rüzgarda salınıyordu. Kibritçi Kız ince ince titremeye başlamıştı. Küçük Prens'in bir gözü Kibritçi Kız'daydı. Boynundaki fulara gitti eli sonra tereddütle çekti fularını Kibritçi Kız'a doğru yürüdü ve uzattı. Kibritçi Kız eliyle Küçük Prens'in fularına bir tokat attı. 
"Sakın!"
"Ama..."
"Bir daha yaklaşma! Gözüm görmesin seni! Benden uzak dur."
"Aman! Bu da son sözümdü zaten."
"Git!"

Küçük Prens fularını boynuna astı. Yüzü yerde öylece yürüyordu. Kibritçi Kız oturmak istedi. Oturduk surların dibine. Ellerini birbirine sürerek ısınmaya çalışan Kibritçi Kız'ın gözlerinden boncuk boncuk gözyaşları dökülüyordu. Cebimden annemin kenarlarına iğne oyası geçtiği bez mendilimi çıkardım. Kibritçi Kız uzatmamı beklemeden aldı elimden mendili. Gözyaşlarını ve burnunu sildi. Sonra ceplerinde yeniden kibrit aramaya başladı. Bulamadı. 
"Artık kibritim de kalmadı, ben ne yapacağım?"
"Üzülme Kibritçi Kız." Kibritçi Kız gözlerini sonuna kadar açarak:
"Aaaa..." dedi. 
"Ne oldu?"
"Kalbin..."
"Ne olmuş kalbime Kibritçi Kız?"
"Kocaman..."
"Nasıl yani?" diyerek ellerimi toprağa daldırıyorum. Bir ayna çıkartıyorum topraktan. Kendime bakıyorum aynayla. 
"Aaaa... Ne olmuş benim göğüs kafesime. Kocaman olmuş. Ne yapsak yok olur bu? Neler oluyor Kibritçi Kız?"
"Biliyorum ben bunu, bir keresinde bana da olmuştu."
"Nasıl çözdün peki?"
"Biraz canın yanacak ama..."
"Olsun."
"Biraz da mahremiyetin saçılacak orta yere..."
"Mahremiyet mi?"
"Evet, deneyelim mi?"
"Tamam."
"Bu işlem bittikten sonra uykun gelebilir. Hazırlıklı ol. Sakın korkma. Korkarsan tırnaklarım içerde kalır ve bir daha hiç düzelmez..."
"Korkutma beni Kibritçi Kız."
"Korkmak yok."
Küçük Prens sarı kıvırcık saçlarını artistik bir biçimde taramakla meşguldü. Kalbimin bütün gövdemi kapladığını görmüyordu şuan. Kibritçi Kız manikürlü tırnaklarıyla kalbimdeki şişkinliği yırttı. Canım biraz acıdı ama katlanabilirim buna. O da nesi? Kibritçi Kız gövdemi yarmıştı ama gövdemdeki yarık saniyesinde yeniden kapanmıştı. Kibritçi Kız şaşkınlıkla:
"Ama nasıl olur?.."
"Bilmiyorum... Sence kim düzeltebilir bunu?"
"Bir daha denememi ister misin?"
"Olur..."
Gök gürlemeye başladı. Bu sefer sesler gök delinircesine derinlerden geliyordu. Kibritçi Kız la havle çekerek yeniden denedi.
"Sen Müslüman mısın?"
"Şimdi sırası mı?"
Göğsümdeki yarık küçük iki parmağın gireceği boyutlara kadar küçüldü ancak bu sefer kapanmadı. Kibritçi Kız parmaklarıyla kalbime dokundu. Elini geriye çektiğinde, çocukken sarılarak uyuduğum peluş ayıcığım çıktı. Kibritçi Kız'ın yüzü kırışmış ve yaşlanmıştı. Tatlı tatlı gülümsedi. Elini yeniden içeriye daldırdı. Bu sefer annemin mikseri çıktı. Daha sonra sırasıyla, yirmi yıllık pike battaniyem, Ökkeş Otopark'ta adlı çocukken okuduğum kitabım, babamın namazda taktığı takke, dedemin köstekli saati, babannemin mushafı, abaküsüm, ilkokulda okulun bahçesinde elimden düşmeyen atlama ipim ve bir de kimin olduğunu sonradan anladığım yeşil küçük bir tesbih çıktı. Kibritçi Kız bin yıldır yaşayan efsanevi nineler kadar yaşlı görünüyordu artık. Allak bullak olmuştum. Bunlar nasıl oldu da kalbimden çıktı? Kibritçi Kız sakince elini kalbimden çekti. 
"Canın acıyor mu?"
"Evet..."
"Şimdi kapanacak..."
Sevgi dolu elleriyle gövdemin iki ucuna dokundu. Serin bir nefes çarptı göğsüme. Rüzgar mıydı yoksa Kibritçi Kız mıydı kestiremedim. Gözlerimi kapattım. Canım acıyordu. Açtığımda tam karşımda bir yığın hatıra duruyordu. Kibritçi Kız:
"Bunların hepsini kalbindeki mezarlığa gömmüşsün."
"Hepsini mi?"
"Evet..."
"Peki ama niye şimdi çıktı?"
"Kendi hatalarının aynısını başka birileri tekrarladığına tanık olurken eğer kendi yaptıklarından pişman olursan bunlar açığa çıkar. Yani dersini almışsın. Artık hepsiyle birden yüzleşeceğini düşünüyor Tanrı, o yüzden hepsini birden gönderdi sana."
"Hepsini mi?"
"Evet..."
"Dikiş izi kalır mı?"
"Kalmaması mümkün değil."
"Onu da sen düzeltemez misin?"
"Hayır, biz sadece senin yüreğindeki mezarlığı olduğu gibi dökmeye geldik. Değil mi Küçük Prens?"
"Hı... Evet..."
"Peki bu bulvarın arkasında bizi bekleyen Balat sokakları? Gezi planımız? Beyoğlu sahiline karşı çay molası..."
"Hiçbiri şuanki görevin kadar önemli değil."
"Tamam o zaman..."
"Bize artık müsade."
"Beni tek mi bırakacaksınız?"
"Malesef artık yalnızsın."
"Ne yapayım peki?"
"Korkma!"
"Güle güle..."
İkisi birden cevapladı
"Güle güle..."

Giderken Küçük Prens Kibritçi Kız'a 
"Ben de yaşadım mı dedin sen?"
Kibritçi Kız:
"Evet."
Küçük Prens:
"Nasıl?"
Kibritçi Kız:
"İşte tam da böyle."
Küçük Prens:
"Ne zaman?"
Kibritçi Kız:
"Sen yanımda yokken."

24 Ekim 2018 Çarşamba

Kök Kent ve Kıyametimiz

Omzumda uyuyan yeni doğmuş bir kedi var. Bir gardrobun önünde diz çöküyorum. Birisinin odasındayım ama kimin? Küçük bir kız çocuğu da sevmek istiyor. Sırtını okşuyorum. İyice yerleşiyor yerine. 
'Hasta, abla ne olur iyileştir onu?' diyor küçük kız çocuğu. İyice sarılıyorum kediye. Kaçmasın diye tedbir alıyorum, aklımca... Merdivenleri inerken kalbinin kanatları omurgasını kırarak çıkacak diye tedirginleşiyorum. Sağ elimi sırtına iyice kapatarak iniyorum. Tedbir doğamızda var galiba. Kaçmasın diye boğmak, canından edercesine sevmek... Sonra da gideceğini anlayınca kanatlarını da kırmak ve kırık kanatlarıyla sevmek. Acımasızlığımızla kendimize mahkum etmekten başka seçeneğimiz kalmaz çünkü ama o bir şekilde düşer kollarımızın arasından. Zamanını bile ele geçirdiğimiz o kişi için artık her şey söküme uğramaya başlar. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmaz. Pervanelerden geriye de sadece bir mumun dibinde biriken tek nefese dağılacak kül tabakası kalır. 

Bir haykırış geliyor kulağıma. Gökkubbe ile yer küre birbirinin yerine ve birbirine geçiyor. Kedi ben onun uçup gitmesinden korkarken kucağımdan aşağıya atlıyor. Kanalizasyon kapağındaki deliklerden aşağıya kayıyor. Ben henüz şaşkınlığımı üzerimden atamamışken fırlayarak çıkıyor kanalizasyon kapağındaki delikten ancak onun deminki kedi olduğunu bilmeme rağmen renginin de aynı olduğunu görmeme rağmen, karşımda bir kedi değil, kıvranarak, sancı çekerek yerinde zıplayan bir balık duruyor. Tam elimi uzatıp yakalayacaktım onu ki ellerimin arasından tekrar kayarak kanalizasyonun sularına karışıyor. Üzüyor bu durum beni. Henüz iyileşmemişti ki... Her şey yarım kalmıştı... Niye gitti?.. Tedavisini uygulamaya başlamamıştık bile... Yeter ki istesin iyileştirirdik biz onu. Neden kalıp mücadele etmek yerine kanalizasyon kapağından kaçmayı seçmişti ki? 

Göğüs kafesimden çıkan bir terazinin sağ kefesine ilaçları, sol tarafında sağlık görevlilerini, tam ortasına kendimi koyuyorum. Yüz liralık banknotlar ayağımı kaydırmak için asker yürüyüşüyle geliyorlar. Muhtemelen çok dayanamam. En iyisi bu terazi nerede köklendiyse oraya doğru boy versin. Ellerimle terazinin kefesindeki ilaçları fırlatıyorum otobanın kenarına. İlaçlar evimizin kapısına doğru uçuyor. Mahallenin sonu otobana dönüşüyor sanırım. Öyle birşeyler görüyorum. Koca tırlar geçiyor tam dibimden. Hikmet ki sıyırıyor beni. Çarpmıyor... Tam o sırada kanalizasyon kapağı patlayarak kısa boylu adamın suratını parçalıyor. Adamın yüzü gökyüzüne uçuyor. Boynundan yeni bir yüz daha çıkıyor. Bu sefer pençeleriyle yüzünün kenarını çizerek oturuyor otobanın kenarına. Sırtındaki hırkayı çıkarıyor ve yere serdiğinde bir ayakkabı kutusu görüyorum. Hırka zift rengine bürünmüş. Kanalizasyon kapağına tekrar odaklanıyorum. Kızıl bir balık fırlıyor, konuyor omzuma. 
"Haydi, gidelim artık."
"?!"
"Ayvansaray sahiline götürsene beni?"
"Kimsin sen?"
"Geçen hafta süründüğün savaş boyasıyla boyandım ben. Turuncuydum, kızıla çaldım. Haydi artık beni Ayvansaray'a götür. Bak sokağınızın dibinde, görünüyor. Hiç olmayan çakıl taşlarını bile dizmişler nefes alabilmem için. Beni düşünmüşler, görüyor musun? İşte, burası benim evimdir artık. Sen ise karşı tarafta bile misafirsin ve hep eksik kalacaksın."
"Susmazsan atacağım seni!" 
"Olur, haydi beni bu uçurumdan aşağıya bırak. Ellerinin arasına bir pul yapışır en fazla. Haydi, haydi, at beni şu uçurumdan ve denize çakılayım kanatlarımı çırparak."

Tüm bu konuşmanın sonunda kendimden azat ettim onu ama bir gariplik vardı. Onun düşmesi gerekirken ben tepe taklak yuvarlanıyorum çakıl taşlarının arasında, çimenlerin kökünden topladığım suyla Balat'ın köpüklü suları arasındayım artık. Bir müddet boğuşuyorum dalgasız suyla. Tırnaklarımın dibinden gelen bir kızıllık görüyorum. Sonra sudan yükseldiğimi görüyorum. Bir teknenin kenarından tutuyorlar ellerimi. 
"Haydi gel." 
"Sen de kimsin?"

O da ne öyle? Demin ellerimde duran kızıl balıktı bu. 
"Haydi al beni yanına da şuradaki çarşıya girelim. Isınırsın orada. Üşümüşsün ve çirkinleşmişsin. Tıpkı su çekmiş bulaşık süngeri gibisin."
"Sen de bulaşık teli gibisin işe yarıyorsun ama kimse seni sevmiyor."

Omzuma alıyorum kızıl balığı. Gözlerim yer yer seğiriyor. Geçtiğim yerler birer birer patlamaya başlıyor. Az önce dilenci kılığına giren adam da alevlerin arasından gözlerini bana dükmüş bakıyordu. İlerideki çarşıya varabilmek için en az 2 saatlik daha yol yürümeliydik ve kızıl balık ile önümüze bir insan başı düştü sonra bir insan başı daha düştü. Toprağı kazdım genişçe. Sonra 2 tane kol, 2 tane bacak, bir gövde düştü önümüze. Daha derin ve geniş kazdım çukuru. Bu nasıl bir zaman böyle? Yaşaması güç... Bir kediyi yaşatmak isterken insanların yüzleri ikişer ikişer gözlerimizin önüne düşmeye başlıyor. Sonra gözlerimiz de yerinden pembe cam filmi fışkırtır hale geliyor. Demin ayaklarımın önüne düşen iki insan başını inceliyorum. Aynı insana ait bu iki baş... Demek ki iki tane varmış... Keşke kalbini de yedeklemeyi düşünseydi, yüzünü yedekleyeceğine... Yolda yürüdükçe arkamızda kalan şehir daha büyük bir yangınla kavruluyordu. Halbuki bir kediyi kurtarabilmekti başlangıçta niyetim... Kızıl balık içimden geçenleri duymuş gibiydi. Öksürdü
"Ateşin büyüğü küçüğü olmaz. Düştü mü yakar, bütün orman yangınları küçük bir kıvılcımla başlar."

"Nerede bu çarşı?" 
"Bak görüyor musun?" 
"Nereyi gösterdiğini anlamıyorum."
"Yüzgecimin ucuna bak."
"Sen de ne biçim balıksın bir anlamadım. Yüzgeçlerime bak ne demek ya hu..." 
"Sence benim yüzgeçlerim olmasaydı sen o dalgasız denizde boğulup gitmez miydin?"
"Halat vardı tam yanımda. Sen olmasan da tutunur çıkardım ama kolay ama zor..."
"Az kaldı sen azimle yürümeye devam et. Arkanda kalan hengame yeni bir yapıcılığın ilk adımıdır."
"Yanmadan, kül olmadan toplayamazsın kendini, yeniden."

Ayaklarımın arasından bir güvercin sırnaşarak geçti. Tam yanına bir kumru ve keklik de kondu. Paçalarımı çekiştirerek beni yerin altına çektiler. Kızıl balıkla beraber hangi zamanda olduğumuzu bilmezken şimdi bir de nerede olduğumuzu bilmez hale geldik. Kıyamet mi koptu? Bu kalabalık mahşer alanına mı çıkıyor? Bilemiyorum. Yerin altında yeni bir şehir kurulmuş. Adı Gök Kent. Yanımdan geçen adam tabelayı Kök Kent olarak okuyor. Şok geçiriyorum. Göğüs kafesimi yararak çift kollu bir terazi çıkıyor yeniden. Ellerimle terazinin kefelerini dağıtmaya çalışıyorum ama o bir türlü gitmiyor göğsümden. Bir yanılsamacının dükkanının önünden geçiyoruz. 
"Denemesi bedava!.." diyor.
Kızıl balık ürkmeye başlıyor. 
"Kaçalım burada. Lütfen geri dönelim!"
"Ama sen istemedin mi buraya gelmeyi?"
"Yok, vazgeçtim. Bu saat olmuş, evine gitmezsen ailen kızar sana şimdi. Haydi dönelim, ne olur?"
"Saat mi? Hangi saatten bahsediyorsun? Uzun süredir zamanla alakalı hiçbir bilgiye ulaşmadık. Sanırım artık ailem de ulaşamayacağım kadar uzakta kaldı."
"Yapma!.. Yürüme!.. Dur!.."

"Denemesi bedava!.."
Yanılsamacının dükkanına bakmadan geçiyorum. Göğsümdeki terazinin kefeleri yere düşüyor. İşte o anda manyetik bir alana girdiğimi anlıyorum. Kefeler yerde yuvarlanırken kızıl balık bir anda yanılsamacının kırmızı kutusuna hapsoluyor. Bu hapishanede elektrik akımının gerçekleşmesi için balık pulları gerekiyor sanırım. Kızıl balığın bütün pulları dökülmüş. Oradan çıkmaya çalışıyor ama sancıları kıvranmalara kıvranmalar da güçsüzlüğe neden oluyordu. 
"Bırakma beni?"
"Çıkartmak için bir yol bulacağım. Korkma!.."
"Her taraf kana bulanmadan gelmen gerekiyor. Bir kaç saat sonra kellemi de alır bu yanılsama."
"Geleceğim..."

Bu Kök Kent'in sonuna yaklaşıldıkça sepetçi dükkanları görülmeye başlanıyor. En son sıradaki sepet dükkanına giriyorum. Uzun kara saçlı bir kadın var kasanın başında. Beni görünce başını yere doğru eğiyor. Saçlarından kara benler dökülüyor. Dükkanın taşları arasında eriyip mürekkebe dönüşüyor. Mürekkepler bir olup damarlarımda akmaya başlıyorlar. Bu sırada yassı siyah bir sepetin içinde çeşit çeşit meyve biçimleri görüyorum. Hepsi boncukların düzenli bir biçimde dizilmesiyle elde edilmiş meyve biçimleri. Biraz sonra kara saçlarından kara benler dökülen mürekkebin kadını yanıma gelerek
"Tam sana göre bir şey var elimde." diyor.
"Göstersenize? Bu arada ben sürekli geliyorum bu dükkana ama her seferinde hiçbir şey almadan çıkıyorum, sorun olmuyor mu?"
Halbuki henüz hiç gelmemiştim bu sepet dükkanına. Ne diyorum ben, dilim ile aklım ayrı konuşuyor...
"Bu kentte kimse bir diğerinin düzenine karışmaz ancak toplumun huzurunu kaçıracak bir davranış olursa o zaman mahşer meydanında terazilerimiz kuruluverir. Sorun olmaz, gelebilirsin, ta ki kendini bulana kadar."
"Eee, hangisiydi bana göre olan?"
"İşte bu yeşil olan. Sekiz köşeli, sağdan ve soldan dış bükey. 3 katlı ve her katı birbirinden ayıran sarı yassı tabaklar var. Bu tabaklar biraz çukurludur. Rahat kullanırsın. Ellerin de acımaz taşırken ama niyetin kahramanlıksa göze alacaksın... Kurtarır bu seni peki ama diğerlerini? Metal kıstıraçlar ile kopmaları engellersin. Yüzyıllar boyunca da saklayabilirsin bunu. Kimse çalamaz, sadece senin olur. Beni dinle sen. Bunu al ve evine git. Kızıl arkadaşını da belki arkandan yollarlar."

Göğsümden fırlayan terazinin kefeleri yuvarlanarak ayaklarıma geldiler. İki yüzünü, iki kolunu ve iki bacağını toprağa gömdüğüm insanın bütün parçaları kırmızı bir kadın rujuyla birbirine yamanmış karşıma yatırılmış duruyordu. 
"Ne oldu buna?"
"Yargılanmadan ölmek bile yasaktır Kök Kent'te."

19 Ekim 2018 Cuma

Bilge Kadının Geleneği

Gece 10 suları... İnce ince yağmurlar yağıyor Üsküdar sokaklarına. Sokak lambaları olmasa göz gözü görmeyecek. Bir araba geçiyor dar sokaktan, yerde biriken çamurları paçalarıma sıçratıyor. Biraz dizlerimi ovuşturup devam ediyorum yürümeye. Yanımda kırklarında bir kadın. "Gözleri." diyor, "şişmişti ama yine de dirayetli duruyordu.". Bu cümleye karşı sessizliğimi koruyorum. 

Gözümün önünde beliriyor. Bir çift kol, bir gövde ve 'hû' diyen bir çift dudak. Onun dudaklarını kırmızı görmeye alışığım. Şimdi damarları ince ince belli olan yaşlı dudaklar hem çok tanıdık geliyor hem de biraz yabancı. Gözleri kapalı, onun duruşunu aklıma kazıdığımın farkında değil. Çok küçük hareketlerle sağa sola sallanıyor. Her 'hû' deyişinde biraz daha su serpiyor içindeki alevlere. Gözlerinin üstünde biraz şişkinlikler var. O benim onu gördüğümü bilmiyor. Kirpikleri, gözlerini birbirine bağlayan bir mühür gibi çizgi çekmiş.

"Öyle değil mi?" dedi kolumu sarsarak. Hızlı hızlı salladım kafamı. Onu onayladığımı belirterek. "Bu yokuşu inmesi ne güzelmiş. Yolun sonunda nereye çıkacağız?" dedim. "Üsküdar Meydan'ına." dedi. Yanımızdan bir araba daha geçti. Araba farları gözlerimi kamaştırdı. Ellerimi alnıma götürüp "Hayırdır birader?" dedim. "Buralarda bir benzinlik var mı?" dedi. "Bu civarda yok." dedim. Kapşonları kapatıp yola devam ettik. Bir müddet sonra açtım kamşonumu. "Islanacaksın." dedi. "Biz ıslanalım diye yağıyor zaten. Niye saklanıyoruz ki?" 

"Ne güzel sesi vardı değil mi ama çayı daha çok sevdim ben." Anlam veremedim bu duruma ve "Neden?" dedim. "Çünkü içimi ısıttı. Tatlı bir ılımanlık gezdi damarlarımda." "Ne romantikmişsin." Gülüştük. Karşı taraftan kalburu çıkmış bir çift geliyordu. Ellerinde ağzına kadar dolu torbalar vardı. Koştuk yanlarına, "Yardım edelim mi?". Teyze doğruldu, "Zahmet olmasın çocuğum?" "Olmaz." Bana baktı, "Değil mi?" dedi. "Ver teyzecim elindekileri bana." dedim. "Sağ ol, kızım.". Yaşlı çift önden biz arkadan yürüyoruz. 

Eve kadar taşıdık poşetleri. Ellerimizin yarısı morarmıştı soğuktan. Teyze elini beline koydu, "Gelin çocuğum içeriye." dedi. Bakıştık bir müddet, "Girelim." dedim. Salondaki sedirlerden birinde oturduk. Teyze torbalarını mutfağa taşıdı. Hemen ardından tepsiye dizdiği aşureleri uzattı. Teşekkür ederek aldık aşurelerimizi. Teyze de oturdu. Tam karşımızdaki sedirin köşesine, eşinin tam yanına. "Afiyet olsun." dedi, elini ileriye doğru uzattı. Yaşlı amca bu işaret üzerine kaşığını aşuresine daldırdı. 

Sokaktan bir takım sesler geldi. Amca vakarla doğruldu yerinden. Teyze de hemen arkasından kalktı. Sokakta birşey görünmüyordu. Amca pencereyi kapatıp içeriye girdi. Teyze, "Hayrolsun bey." dedi. Amca bir iç çekti. "Baksak mı?" dedi. "Şimdi değil bey, birazdan." Biz birbirimize bakarken kapı çaldı. Teyze ve amca aynı anda yerlerinden kalktılar. Kendilerinden beklenmeyen bir çeviklikle kapıya koştular. İki küçük mülteci çocuk. Tir tir titriyorlar. Teyzeyle amca hemen kapının önünü açtılar. Çocuklar içeriye girdiler. Ayakları çırılçıplak, hırkaları yırtık, belli, üşüyorlar. Ayaklarının halinden utanıyorlar. Ayak parmaklarını ayaklarının altına saklayarak kapının girişinde öylece duruyorlar. Teyze "Haydi evladım, girin içeriye.". "Banyoya girebilir miyim?" diyor, küçük olan. "Tabii ki evladım geç." 

Onlar banyoya yöneldi. Teyze yanımıza geldi. "Evlatlarım." "Ayakları?" "Anneleri babaları yok, bir adam bulmuş bunları sokağın kenarında ağlaşırken. Almış götürmüş. Gidiş o gidiş, sokaklarda tenekelere vurarak kendilerini acındırmalarını ve kazandıkları parayı getirmelerini söylemiş. Bir gün bu ikisini tekme tokat döverken bulduk sokak ortasında. Benim bey hemen herife müdahale etti. Tabii adam çocukların babası olduğunu söyledi. Tabii biz de çektik restimizi, eğer çocuklarınsa dava edersin bizi alırsın çocukları diye. Yine böyle bir gündü yağmurluydu... Biz çocukları alalı neredeyse 1 yıl oluyor. Nüfusumuza da geçirdik tabii. Ama herif bunların arkasını bırakmadı. Arada bir okul dönüşü bizimkilere böyle şeyler yapıyor. Polise de gittik ama işte adaletin de işlemeyeceği kadar nasipsiz insanlar var." Hayretler içinde dinledik olanları. Teyzenin gözleri yaşlandı. 

Yerinden kalkıp çocuklara kıyafetler çıkardı, sıkıca giydirdi. Salona akşam yemeği için sofra kurmaya başladı. Biz kalkmaya niyetlenince. "Buyrun çocuğum nasibiniz varmış." diyerek bizi de oturttu yerimize. Amca, ince bir tebessümle eşlik etti. "Kalın evladım, nasibinizi alın da öyle gidin yola. İçiniz ısınır. Hem hanımın çorbası da pek lezzetlidir." "Bey, ekmekleri doğrayıver." "Geliyorum hanım." 

Çocuklar bize biz de çocuklara öylece bakakaldık. Küçük olan yavaşça geldi yanımıza. Elindeki Blok flütü uzattı. "Çalsana." dedi. Gülümsedim. Büyük olan arkadaşımın yanına yanaştı. Yarım kalan aşureyi yedirdi. Bir yandan çocuk şarkılarının melodisi doluyordu eve diğer taraftan uzun zamandır yalnız ve yabancı iki insan bir ailenin sofrasından sevgi devşiriyordu. Sofraya kaşıklar ve tabaklar dizildi, ortaya büyük bir salata geldi. Tabaklara çorbalar döküldü. Teyze sağ elini sofranın ortasına doğru uzattı. "Afiyet olsun."dedi. Amca kaşığını çorbaya daldırdı. "Keşkek mi bu?" dedim. "Yok yavrum." dedi teyze "yüzyılların geleneği, soğutmayın." 

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...