21 Ağustos 2019 Çarşamba

Yurtsuz


Dört duvarın üzerime geldiği küçücük bir delik... Gözler önünde eriyip giden insancıklar, dokunaklı öykülerin yok olduğu betonarme binalar, tıkırtıları ile sözcüklerimizi ele geçiren klavye tuşları, karşımda ahşaptan raylı çekmeceler, aşağıda ittirerek kapatabildiğim bardak rafları, dahası oğlunu bakıcılara emanet etmek zorunda kalmış bir anne ve çekik gözlerinde gönlünü cehenneme çevirmiş vicdan azabından kaçamadığını ele veren incecik, puslu, nemli bakışlar... Arkadan gelen sesler eşlik ediyor gördüklerime, uğultular demeli belki buna. Ara kattan taşan kahkahalar bütün binayı sarsacak boyuta varıyor zaman zaman. Halbuki sadece üç kişi, varlığı erkeğin varlığına veya yokluğuna göre tartışılmış erkeğe göre, erkek için, erkeğe rağmen konumlandırılmanın da pek ötesine geçememiş asırlar boyu.

Boyun da eğsen, baş da kaldırsan merkezinde eril kimliğin durduğu katlanılmaz bir dünyadayız. Burası... Kaçışın yok...

Ancak ş
imdi tanımaya başlıyorum kadınları. Kaçı küllerinden var olmanın ne demek olduğunu anlatabilir? Ben onlardan biri olabilecek miyim? Kaynağı, yatağı, suyu ile yalnız kendisinde olmayı başarabilmiş sayılı kadınla birlikteyim. Haftanın her günü... Günün her saati... Dışardakiler için hayat akmaya devam ediyor, sen de benden fersah fersah uzaktasın ancak burada yaşamın buzları erimiyor, sümükleri bile donuyor insanın. Demem o ki zamanın damgası parmak uçlarımda. Halbuki ışık gibi sabit hızda olmalı değil miydi zaman? Ancak akmıyor. Yoğunluğu arttıkça cisimleşiyor. Örneğin, söyleşiyoruz ancak kelimeler yok. Gözlerim görüyor ancak ışık yok. Çayın demi var ama tadı yok. Uzakta iken kurtulabileceğini sanıyorsun değil mi? Benden kaçışın yok. Sana yer yüzünü tel örgüler ile ördüğümde bir mahpushaneye çevirip vereceğim son armağanımı. O zaman sözcükler de olmayacak. Kelimelerin olmadığı yerde şifreler devreye girer belirtiler, mimikler bazen sadece ayakların durduğu yön, gittiği yol, bakış. Söyler misin senin için seslerim uğultudan öteye gidebilir mi? Kadınların çığlıklarına uğultu demeye alışıksın değil mi? Konuş! Bu, kadınların imgesel eksiğinden mi?.. Evet ya da hayır... Konuş, yoksa karmaşadan mı? Böylesi de olur... Kargaşa üretkenliği de doğurur. O halde biz doğurganlar donuk kaotik bir zombiden başka neyiz?.. Susma, senin gibileri mutlu edebilmek için ne yapmalıyız? Kaos üretmeliyiz(!) Peki, üretemezsek?.. O zaman yok ederiz... Neyi?.. Dişi imgesini... Şimdi, ben senin karşında asla seninle uyuşamayacak bir başkası olarak mı duruyorum? Yoksa her şey zihninin içerisinde benimle ilgili bir egemenlik eksikliğinden mi doğuyor? Tacizini meşru kılabilse idin eğer sen -ki bu yapabileceğin tek şey yaşamın boyu- hayatında kalabilen hiçlerden olacaktım ve sen de tam bir erkek olmanın gururunu yaşayacaktın. Atladığın tek noktaydı gözlerindeki sapıklıkla bana hiçbir şey olamayacağın.

Arkadan gelen uğultular seslerin yüksekliğinden mi? Peki... Haydi kulaklarımızı tıkayalım... 

Bugüne kadar başka ne yaptık?..
Söylesene, hazır herkes biliyor senin gibilerin her zaman güçlü olduğunu -"Ben yaptım!" diyecek yüreğin varsa- söylesene.
Kabuklardan geriye kalan büyük bir savaş. Kapıdan çıktığımda göreceklerimi biliyorum... Caddeyi vızır vızır öttüren arabaların içinde neler konuşulduğunu hissediyorum. Dışarısı, yaşama tutunma yarışı uğruna birbirine başka koşullar altında asla dokunmayacak insanların cepheleri; sınırları ve tüfekleri ile dolup taşıyor. Duvarların içine hapsolup korunmak varken neden savaşayım -hem bu senin işine bile gelir değil mi-? 

O dünyada bana yer yok. Ama sana hiç yok.

Az evvel aşkın rengini sordu bana. Cevabını bulabilse idim uzun uzun sohbet edebilirdik. Bilse idim... Eğer aşkla dokunabilse idin, yani o zaman rengi olsa olsa denizin rengi olurdu. Bunun sebebi su bardağına çay doldurmaya çalışırken yakalanışım, belki. Neden sonra "Dalgınsın" deyiverdi. Halbuki ben hiç sevmem çayın rengini, özellikle demini. Kan gibi gelir, ürkütücü duygular eşliğinde hırçın dalgaların arasına atılır, dalarım. Anne şefkati ile aldı elimdekini dokunuşundan içime işledi sıcaklığı. Tenimin de altına. Herkes birbirine dokunur, tecavüz ederek yahut severek dokunur, arzulayarak veya öldürme isteğiyle dokunur, işkence için belki iyileştirmek için dokunur... Bu iyileştiren bir dokunuşu andırmıyor değil. Yok, yok... Sadece büyük bir yanılsama. Herkes birbirinden bir şeyler almaya gelir. Alır. Ve gider. Yoksa bunun için sebebi olmaz. Bir de senin gibiler var; cin olmadan adam çarpmaya kalkıp kıç üstü çakılanlar. Koca bir bardak soğuk suyu lavabodan aşağı boca etmek ile içmek arasındayım. Yalnızım ve sanırım yurtsuzum. Senin bir yerin var değil mi? Evet, biliyorum sen yere çakılmış bir faresin. Bardaktaki suyun karışmak istemediği o çukurun en pis yerlerinde. 

Döksem... Bardağı suyu hapsetme yeteneğinden mahrum edeceğim. Dökmesem... Su küçücük bir bardağın içinde mahpus kalacak. 

Bir soru, değeri milyon dolarlar olsun isterim: "Lağım boruları mı daha büyüktür yoksa elimdeki bardak mı?" Unutma! Bardak suyu senden koruyor. Vahşetinden uzakta... Bak, bir avuç toprak. Senden koruyor tertemiz suyu. Kirletemezsin! Beni kirletemeyeceksin! Ilıştığında midemden geçip kanalizasyona karışacak. Böylece bana can verecek ve seni yakacak hücreler ile buluşacak. Kanalizasyona karışan idrar, amonyak zengini. Yaraların iyileşmesinde etkili. İdrar kadar olamayacağının bilincindesin. Yenemeyeceksin. Hem İstanbul'un devasa binalarının içinde başımı sokacağım tek yerdeyim. Kalıcı mı burası? Hayır değil, biliyorum. Basıp istifayı gideceğim zaten. Oysa bir bu mutfaktaki huzura bir de lavabonun kapısından içeriye girdiğim zaman beni bekleyen mahremiyet duygusunun beraberindeki sükunete teslim olabiliyorum. Ancak ben bir bardak su değilim. Kanalizasyona karıştığımda senle bütünleşme imkanım yok. Mesela beni içemezsin. İşte bu yüzden bir fare olduğunu asla unutamayacaksın. Çünkü bu bizi birbirimizden ayıran bir başkalık deneyimi. 

Ayrıca, belki su özgürleşmek istemiyordur. Belki ben de istemiyorumdur bunu. İçeriden izlerken her şey öylesine kolay ki. Kim çıkacak şimdi kabuklarından? 

Sınırlara saldırılar
Sınırlarına tecavüz ediyoruz insanların. Öyleyse tecavüze uğramış bir insan nasıl yürür? Nasıl bakar? Nasıl konuşur? Peki ya kadınlar? Tecavüzün varlığımızı tanımlamadaki yeri ne? Varoluşumuzu tamamlamak için bir ezme ezilme ilişkisine ihtiyacımız oluyor demek ki... Ezilmeden efendiliğin, ezmeden köleliğin verdiği özgürlüğün keyfiyetine varamıyoruz. Evliliklerin sınırlarımızın uğradığı en büyük saldırıları doğurduğunu söyledi bana geçen. Mutlaka biri diğerine üstün gelmeyi deniyor ve başarılı olanın hakimiyet alanı geri kalanları böcekleştiriyor. Mesela mutfakta erkekler birer böcek midir? Yatakta ise kadınlar?.. Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ancak şundan eminim; benim olduğum yerde dişleri sökülmüş bir faresin. Evliliklerde cinsiyetler arası eşit olmayan iş bölümü bir tarafı ahtapota dönüştürüyor imiş, ben de Bilgeciğim'in yalancısıyım. Sanırım kendini kocasının kölesi, cariyesi gibi hissediyor. Hem çağdaş hem geleneksel bir köle olduğunu ayırt edebiliyor. Ancak ben hiç evlenmedim. O bu konuda tecrübeli. Belki dayak bile yiyordur bu zarafet. Zaman zaman yeşillenen cildi hakkında aklımda dönen ihtimaller öfkelerimi perçinliyor. 

Yüzümdeki kaşıntının beni ele geçirmesine neden olan öfkeler bunlar. Koca koca karıncalar sanki yanaklarıma baskın yapmış, omuzlarımı istila etmiş gibi. 

Evliliğin bile büyük bir aldatmaca, tecavüzün ve şiddetin başka bir boyutu olduğunu düşünmek için hiç geç değil. Yüzümdeki boya mesela, derimi yüzercesine... Yok edesim var. Neden evimden çıkarken boyanmak zorunda kalıyorum her iş günü? 

Belki boyanmış maskelerimizin altındakileri görmeye tahammülü olmadığından insanların. 

Dün akşam bulaşık makinesinin etrafa nasıl köpükler saçtığını bana anlatalı bir iki saat geçti. Fayansların aralarındaki beyazlıklar artık silinmekten aşınmış koyu griye dönmüş diyerek ekledi: "Yerleri bir güzel paspas edecek vakit buldum böylece". Şöyle güzelce parlattığını, fayansların aralarını özellikle deterjan ile ovaladığını söylemeden de geçmedi. Hiç de yorgunluk, yılgınlık görmedim bugüne dek yüzünde, duruşunda, sesinde. Hazreti Muhammed'in ve diğer tüm peygamberlerin de yılmadan çalıştığını söylüyor, bilenler. Benim gibiler için ise umutsuzluk kuyusundan başka bir yere gidecek mecal yoktur oysa. İnsan bir isyan eder ya hu. Yok. İstikameti ve istikrarı öylesine sağlam ki sel gelse önüne katamaz, deprem olsa yıkıp geçemez, çığ düşse sürükleyemez. Kaya gibi dipdiri, sapasağlam. Ancak ayakları ile yere basan kanatsız bir meleği de andırmıyor değil. Bu sabah da önceki bütün sabahlar gibi sekizde masasında papatya çayı ile karşıladı tüm ofis çalışanlarını. Toplasan üç kişiyiz zaten oysa onun için ciddiyet öz saygı ile eş değer. Yani, patron olması işe geç gelmesini gerektirmiyor. Anahtarı ile demir kapıdan içeriye girmek onun için bir terapi anlaşılan. Çalışkan, saygın ve son derece düzgün giyimli; tam bir İstanbul hanımefendisi. Ayrıca bu dünyanın kaldıracağından fazla naif. Mesela ellerinde benimkinin aksine hep şeftali tonlarında ojeler, dudağında ise yavru ağzına göz kırpan ruju ile sanki uyandığı gibi gelmiş kanatsız bir melek karşımda duran. Melekler de uyuyup uyanıyor mudur deme, ben de onu görene kadar pek anlamamıştım; yer yüzünde ayakları yere basabilecek uhrevi yaratıklar olabileceğini. 

Benimkinin aksine diyorum çünkü orta parmağımdaki siyah oje mitolojide ikiye bölünen Afrodit'in kötü ikizini andırıyor. Belki Afrodit döngüsel bir ikileme girmiştir? 

Tıpkı kadınların tırnakları gibi hem kartal pençesi kadar yırtıcı hem de zarafetin sembolü ikilemini taşıyor, göz kırpıyor görenlere. Bir de vazgeçemediğim yaz güneşi rengi... Neşe, enerji ve hareketi simgeliyor. Ruhumdan taşıp işaret parmağımın devingenliğinden selamlıyor evreni. Haydi tahmin et?.. Turuncu. İktidar ve güç hırsı ile masaya yumruğunu vuran baş parmaklarımda; asker yeşili ojelerim. 

İçim dışım birbirine karışmış. İş güç bitmiş, yanaklarım soyulurcasına allık ve pudradan temizlenmiş ve kendimi bulduğum yer Eminönü otobüs peronları. Evet, henüz eve uğramadım. Asker yeşili ojelerim ile aynı tondan çöp tenekeleri peronun hemen arkasında. 

İş çıkışlarında uğramadan edemem fukaralık ve israf yuvası İstanbul sokaklarına, kaldırım kenarlarına, sahil dilencilerinin derin yüz çizgilerine. Çizgiler, Kızılırmak'ın çatlak toprağı gibi.  

Gözüme çarpıveriyor pasaklı bebek arabasının içinde gerinen küçük erkek çocuğu, yanında karalar içinde kötü giyimli çingene kadın oturup bayat ekmeklere yumulmuş, aradan küflüleri ayırıyor. Ekmek parası istemeyi bırakmış, çocukları için önündekiler arasından en iyisini seçmeyi tercih etmiş anne. Güneş gözlüklerimin ardından görebiliyorum; ki aramızdaki mesafe en az iki metre. Demek gözlerim de kulaklarım gibi sandığımdan keskinmiş. Başındaki yazmayı öne doğru çekiyor. Kenarındaki oyaların tozlanmış sarı gülleri yüzünden aşağı dökülüyor. Elimdeki küçük kek paketine bakıveriyor yanlışlıkla. Görme ihtimalime karşı gözlerini çeviriyor; ayıp etmiş sayıyor kendini, utanıyor. Uzunca oturuyor olduğu yerde, mavi çöp poşetinin içindekileri elemeye devam ediyor. Az ileride beton çıkıntının tepesine yerleşiyorum. Sahile karşı güzelce bir sigara yakıyorum. Demincek aldığım keki yemeye yüzüm yok şimdi. 

Yesem... Aç gözlü hissederim kendimi. Henüz öğle yemeğinden bu yana altı saat geçmedi. Bir taraftan da tok hissetmiyorum. Ama küflü ekmeklerden çok daha iyileri bekliyor evde. Peki ya akşam sekizden sonra eve varır o saatte yersem sağlığıma zarar verir miyim? Bir tas çorbadan kime ne olur? İçinde un yoksa tabii. 

Öte yandan damarlarımın içinde dolaşan kan ağırlaşıyor. Vicdanım kan pıhtısına dönüyor. Kadınların üzerindeki yük neden bu kadar fazla? Neden küflü ekmekleri karıştıran bir erkek göremedim? Küçük bakımsız kız çocuğu öte taraftan gürültüleri kulaklığımı aşan yaramazlığıyla geliyor. 

Aklımın içi dışından ayrılamaz artık. Plastik sebze kasasını sürüklüyor, içinde cips ve çikolata paketleri, ama boş. Tıpkı yüreklerimiz gibi; kirli ve boş. Keşke o çingene kızının ellerinde olsaydı gönlüm. Değil... Plastik bir sebze kasası kadar olamadığım için belki. Elinde sarı bir çakmak ve yalın ayak, penguenleri andıran hafif paytak adımları ile geçiyor önümden. Akşam sekiz olmasına rağmen saçlarını taramamış daha... Kasayı bırakıyor yere. 

Yırtık donuna inat özenle oturuveriyor işinin başına. Şeytanın avukatlığını yapacak bir gugukçu gibi son atımlık kurşuna kadar hazır ve nazır; oldukça ciddi. Oysa şeytanın avukatından masumiyeti ile ayrılıyor. 

Boş abur cubur paketlerini tutuşturmak için çakmağı yakmayı deniyor. İlki başarısız. Asfaltın tozunu toprağını süpürmüş sarıdan bozma saçlarını geri atıyor. Kaşlarını çatıp yeniden deniyor. Kararlı. Bunu seviyorum. Bazı şeyleri çok sevsek çok istesek de gerçekleştirecek gücümüz olmuyor. Bu da onlardan biri; ikinci deneme. Başarısız. Azim dolu bakışlar plastiği eritecek neredeyse. Bakıp hırslanıyorum. "Yak kız şunu artık!" deyiveriyorum. Meraklı bir çift göz ile muhatap oluyorum bu defa. Umursamıyorum. Üçüncü deneme, başarısız! Arkadan gelen sesler yoğunlaşıyor. Susun! Artık herkes kendi işine baksın ben çingene kızına. Çingene kızı usanmadan deniyor; dört, beş, altı... Başarısız. Pamağını yaktın güzelim. Bu ne gözü peklik. Canın yanıyorsa durmalısın. En azından ateşle oynarken. "Ateşbaz mısın? Baban nerede, anan nerede senin?" 

Az önce küflü ekmekleri ayıklayan kadın bana doğru geliyor. Seviniyorum. İsteyecek benden keki. Yok yok, o kadar gururlu göz çevirmezdi. İsteyecek olsa... Tam o an... Para istesin?.. Haydi... Yok... Onu da istemez. 

Bir şey almayacaksan benden ne diye geliyorsun o zaman? 

Döküntü bebek arabası önde kara kıyafetleri uçuşan kadın arkada geliyor. Küçük kız beyaz bir kağıt parçası ile tutuşturuyor her şeyi. Kadın hışımla bir tokat atıyor. Uğultular doluyor kulağıma. Bir şeyler diyor ama anlaşılmıyor. Kadın kızın annesi mi? Öfkeli bir insandan fazlası değildir belki. Tutuşan kağıtları söndüren; bir kadın. Kızın kolundan tutup çekiyor. Artıyor... Arttıkça artıyor bütün sesler. Ortalık karışacak. Gitmek gerek eve. Telaşla kalkıyorum yerimden. Paketi bebeciğin ayaklarına bırakıveriyorum. Kadın arkamdan konuşuyor. İyi mi, kötü mü? Bilmiyorum. Kulağımda uğultular. 

"Anan baban nerede senin kızım?"

15 Ağustos 2019 Perşembe

Uçmak

Bego’nun yok oluşu
Pencerenin önündeki kırmızı sandalyede oturan genç kadın, minarenin şerefelerini süsleyen ışıkları izliyor. Saçlarını geriye atıyor, küçük benlerle bezeli dar omuzlarına bir tokat gibi çarpıyor her tel. Canı sıkıldıkça, eline bir kadeh içkisini alıp o minareyi izler. Bu gece de onlardan birinde. Aklında geçen sabah… Bego’nun yok oluşu… Belki yeniden var oluşu…

Onun gidişinden beri biraz durgun. Elini attığı her şey de kurur mu bir insanın canım?.. Kuruyormuş işte… “Çiçek bakmak zahmetli iş ağabeyciğim.” diyor, eteğinin kenarındaki pembe dikiş iplikleriyle oynarken. Hem daha kahvaltıyı bile hazırlamamıştım o gün. Bir de baktım ki, günden güne yaprak döken güzel kızım, o sabah tümden toprağa karışmış. Hiç annene çekmemişsin diyorum ona, beni görmüyorsun daha, biliyorum. Begonyalar rüzgarı sevmez kızım, ancak ışığını güneşten alan ayın, gecenin, kışın sabaha ve bahara evrilen eserekli havasını güvenli köşesinden seyretmeyi çok sever.

Cereyanda kalırsan hemen soğuk alırsın, biliyorum. Bu yüzden, gecenin yarısında tenini süpürüp gelen Haziran meltemini karşılarken bir kat daha mutlu olacağım. Çünkü geçen sabah, seni öldürdüğünü düşündüğüm esintilerin ardından kahverengi saksının kenarına yerleşerek toprağını eşeleyen bir çift kumrunun ötüşünü unutamayacağım. İki keklik bir kayada öter mi? Bilmiyorum, hiç şahit olmadım, ama ölü gövdenin karıştığı bir avuç yerde, artık ekmek kırıntıları var. Seni yanımda tutamadığım için çok üzgünüm.

Sevgili Bego… Çiçeklerini özlüyorum, bu yüzden son zamanlarda pembe giyinmek iyi hissettiriyor belki de… Gece uyurken, sabah uyanırken şöyle bir bakıyorum saksının köşesine. “Acaba bugün gelip toprağından nasiplenen var mı?..” Diye. Süleyman peygamberi getiriyorsun artık aklıma. Yine kırıntıların yenmiş, tabağına koyduğum su içilmiş. Şu kırmızı deri sandalyede oturan genç kadın sen misin? Keşke çıkıp gelsen bir surette… Bu odaya, yanıma dönsen tekrar, keşke, saksıdaki boşluktan uçup gittiğin diyarlardan, bana.

Biricik begonyam. Cennetteki yerin güzel olsun. Beni unutma, beni bekle. Bir bayram günü buluşacağız ya da buluştuğumuz günün adına bayram diyecekler. O gün belki Rize’nin belki de Üsküdar’ın kıyılarını döven dalgaları seyredeceğiz, kokusuyla aklımızı alan birer bardak çay eşliğinde. Ben açık çay severim biliyorsun anneciğim. Çikolatalı bisküvilerimizi çay eşliğinde kıtır kıtır mideye indireceğiz… Belki yaramazlık eder çaya da batırırım… Yine de, akşamleyin zeytinyağlı taze fasulye yemeyi ihmal etmeyiz, söz.

Bir mit doğuyor
Bir yandan Şebnem Ferah Gözyaşlarımızın Tadı Aynı, diyor diğer yandan çağdaş yaşamın her anında yeni bir mit doğuyor. Roland Barthes mitlerin günümüz dünyasında yeniden yazıldığını söylerken, saksının kenarından uçup giden kumruların guguklamasını duymuş mudur? Şimdi, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi çocuğun Fransız bayrağını selamladığı tasarım düşüyor önüme.

İki gün önce haberlere yansıyan Cezayirli Feuzi Zabaat’ın havada yakaladığı Suriyeli iki yaşındaki miniğin hikayesi ile sarsılıyorum Haziran’ın yirmi altısında. İstanbul Fatih’te gerçekleşen olayda, Dora, annesi yemek pişirirken ikinci kattaki evin açık bırakılan penceresine yaklaşıyor. Cezayir uyruklu Zebaat minik kızı yere düşmeden önce yakalıyor. Yaşananların yansıdığı güvenlik kamerası görüntüleri tüyler ürpertici. Hemen hemen tüm haber sitelerinde işlenen bu haberin dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda var.

Gündelik siyasetin ardında kalan derin ayrıntılardan sadece bir tanesi bu haber. Mülteciliğin, yurtsuzluğun her yanımızı sardığı gerçeğini bir kere daha okuyor, izliyoruz. Barthes, Fransız sömürgesi küçücük bir çocuğun dergiye kapak fotoğrafı olarak koyulduğu o zamandan bugüne baktığında, birliğin şifrelerini okuyabilir miydi? Bence okurdu.

Yalnız, düşülmesi muhtemel bir yanılgı olduğunu düşünüyorum bu haberde. Cezayirli genç adam ile Suriyeli küçük kız çocuğunun, bize, üzerinde yoğunlaşma fırsatı verdiği hakikat, kadim inanışımızın bin yıllara dayanan gücünden besleniyor. Son zamanlarda çevremizi saran seçim sloganlarında verilen mesajlardan daha derin yerlerde yatıyor bu hakikat…

Ve Barthes’tan uçmağa bakınca… Geçmişten bugüne değişik biçimlerde meydana gelen hakikatimizin, yurdumuzun göbeğinde yinelenmesinin uçmak ile bir bağı olmalı. İşte benim cennetim(uçmak), Fatih’teki o pencerenin altında.

Bayram: Vardığımız yer
Ölülerimizin, ayrılıklarımızın yanında bir de sevdiklerimizle buluştuğumuz noktalar vardır. Bu, bazen tarihi taştan binanın bahçesindeki cilası aşınmış banklar, bazen küçük bir telefon konuşması, bazen saatlerce süren yürüyüşler olur. Bayramlarımız küskünleri barıştırmada önemli günler olarak biliniyor. Ramazan bittiğinde önceki gün iftardan damağımızda kalan tatların eşlik ettiği coşku ile bayrama uyanıyoruz. Ancak bu coşkunluk tenselden tinsele doğru bir hareket halinde değilse sonu hüsran oluyor.

Pembe gömleğimin düğmelerini iliklerken, makyajımın toprak tonlarında olması gerektiğini düşünüyorum. Biraz parfüm… Saçlarımı tarıyorum, alagarsonun kelime anlamını bilmeyen birkaç insan düşüyor aklıma. Gülümsetiyor bu ayrıntı. Çünkü her duyduğumuz bilgiyi, teyit etmeden kullanırsak, kendimizi açık etmekten başka hiçbir şey yapmamış oluruz.

Bugün, üçüncü gün. Bina kapısı kapanırken içimde özlemle karılmış birçok kırık duygu ve tabii orta noktada buluşmanın sevinci. Bu bayram, öfkelerini aşamayan bir kadın yürüyor Arnavut kaldırımlarda. Affedemeyen, bağrına basamayan, anaçlığını kaybetmiş, yıkık bir surat… Sırtına bir yük bağlanmış, kalburu var sanıyoruz… Cayır cayır yanan Notre Dame gibi… Nazım Hikmet, kadınlarımızın yüzleri acılarımızın kitabıdır, derken belki bundan bahsediyordur.

Kulağımda Marmara’dan ilham almış top küpeler, minareyi izlemeden evvel kitaplığımın önüne bırakmıştım. Bayramı denizin dalgalarında bitireceğim. Vapurun sağa sola sallanışı küpelerimin rengine atıf yapacak. Deniz, kendini kirleten İstanbulluları halen barındırabiliyor. Küpelerimin farkı, affının olmaması. Hatta biraz meydan okuması, başına buyrukluğu…

Bayram Şekeri
Bayramın son günü, adaşımın ve kardeşi Adalet hanımların yanından geçiyorum. Habersiz... Bu bahçenin en güzel yanı her defasında yeni hikayeler ile beni buluşturması. Her gelişimde, dinlediklerimden, yenilenmenin izlerini sürebilme fırsatını bana vermesi. Bahçenin gölgede kalan kısmına dizilmiş ağabeylerim. Selamlaşma, bayramlaşma derken sohbete dalıveriyoruz. Az sonra iki masa açılıyor orta yere. Masalara, her zamankinden, simitler, kuru pastalar diziliveriyor. Bir de bayram şekerleri… Karpuzlu, böğürtlenli, çilekli… Ben böğürtlenlisinden seçiyorum, Ali ağabeyim, karpuzlusundan alıyor. Her bayramın bir şeker öyküsü olduğunu düşünüyorum. Kimimiz için hüzünlü, buruk kimimiz için öfkeli, haşin, bir başkası için buluşma sevincinin sardığı umut dolu hayallerle süslü.

Dr. Sait Başer vakfa gelene kadar dostlar toplaşıyor. Süt bebelerinden başlayan bir kitle söz konusu burada. Fatma Adile hanımefendi bayram şekerine benzetiyor beni. İçimdeki cadı, süpürgesini büyü kazanının yanına bırakıyor, “Naneli şeker olsa gerek.” Deyiveriyor.

Şu mekanda duyduğumuz, duymadığımız, gördüğümüz, görmediğimiz kim bilir kaç konuşma akıyor?.. Monologtan başlayarak… Güneş bahçeden çekiliyor. Karanlık bastırıyor, lambalar yanmaya başlıyor. Çay ile beraber demlenen muhabbet siyah demirleri çevreleyen sarmaşığın yapraklarına asılıyor, birleştiriyor gönülleri. Bir bayram şekeri hikayesi demiştik, kültürel meselelerin masaya yatırıldığı 6 Haziran’ın damgası Safiye Erol’dur bana kalırsa.

Safiye Erol hakkında dikkatimi çekenler
Erol hakkında son zamanlarda çeşitli görüşlerle karşılaşıyorum. Bunlardan biri, çelişkilerinden çıkamamış bir kadın olduğu düşüncesi. Bu tartışma konusu ilginç geliyor, “Çelişkileri olmayan insan var mıdır acaba?” Deyiveriyorum, hücrelerime yönelip. “Hepimiz Erol’uz!” sloganları da atabilirim belki. Kendi içinde çelişkiler, çatışmalar yaşamayan bir insandan ürün çıkartmasını bekleyebilir miyiz, peki? Yani, bir takım çevrelere zarar verdiğini sandığımız çelişki sorunsalı, gerçekten bereketsizlik mi getirir? Yoksa, çelişkilerde zuhur eden başka bir mana daha mevcut olabilir mi?

“İnsanın düştüğü en büyük tezat, dış dünya ile öz arasındaki uçurum, diyebilir miyiz? Bu uçurum, “Hangisi benim gerçeğim?” sorusunu sordurmaz mı insana? Böylece, arada kalan insanın yedi peçesi açılmamış düşüncelere yürümesi ne kadar saçmadır? Her çağ, kendinden öncekini yozlaştırarak, üstüne inşa etmiyor mu kendi ‘çelişkisini’? Bize düşen, peçeleri birer birer araladıktan sonra karşımıza çıkan ucubeyi evcilleştirmek midir? Onu olduğu gibi kabullenerek kendi üretkenliğinden yeni tezahürler görebilmek midir asıl maharet?”

Töre Ana burada
Pembe jelatinli bayram şekerinin yanındaki kuru pasta tabağından bir simitin çeyreğini alıyorum. Susamları dişlerime yapışıyor, birazı masaya, bir kısmı parmaklarımın arasından kucağıma dökülüyor Jean pantolonun dokusuna tutunup kalıyor. Yere dökülmemesi için itinayla toparlıyorum onları. Töre Ana’dan öğrendiğimiz kadarıyla yere dökülen nimet, kutun kaçmasına sebep oluyormuş. “Temizlik zaafiyeti, maddi, manevi beslenme sağlayacak her türlü nimete saygısızlık, otağın namusuna halel getirmek de kut kaçırır diyor, Töre Ana. “Çünkü bunlar toplumsal sonuçları ağır olan düşkünlüklerdir.” diyerek ekliyor.

Kut kazanmak için Töre’den razı olmak gerektiğini anlıyoruz böylece. Ancak, rıza etrafta hiç kimsenin olmadığı yerde de işler vaziyette olmalı ki Töre Ana’nın kemikleri sızlamasın. Çünkü onun uçup gittiğini sandığımız cennet bahçeleri, sokaklarda… Töre Ana sokaklarda, türeyişin sırrını fısıldıyor. Duyabiliyor musunuz?


Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...