12 Kasım 2018 Pazartesi

Nazire: Son yolcunun konuşması

Gemiye geç kalmak belki binmekten vazgeçmek de denebilir bu yaptığıma. 

 İskelenin önünde kuru güllerle bezenmiş bir gemi duruyor. Durduğum iskelenin ahı gitmiş vahı kalmış. Tüm boğazı sonradan ıslatılmış kuru gül kokusu sarıyor. İskele de öyle eski ve yıkık dökük ki gören şaşar kalır. Sanki bin yıllardır giden herkescikler yağma etmiş ve tozu dumana katmış gibi... Öyle metruk... Zaten ben olmasam geminin burada duracağı da yok... Kaptan geldi yanaştı o kırık dökük iskeleye. Tam karşımda denizden daha mavi, gökten daha serin ve yüreğimin yangınından kurtulmayı başarabilmiş bir liman duruyordu. Hem yüreğimin tam ortasında hem yüreğimdeki yangından hiç hasar almadan oracıkta duruyordu. Sanki yıllar yılı kimse oraya tek çöp atmamış. Oradan geçerken yere balgam atan sokak serserileri birden İstanbul beyefendisine dönüşmüş. Sigara izmaritleri, içenlerin boğazlarına dizilmiş... Huzur kenti orası, belli, evet, karşı kıyıdan... Limanın bir bacası var. Ne hikmet!.. O masmavi limanın yemyeşil yosunlarla çevrilmiş bacasından islerini etrafına saçan kül renginde dumanlar tütüyor. Belki gemi tayfalarından birileri üşümüştür!? Isınmak için çay demlemişlerdir?.. Olamaz mı? Koca bir semaver dolusu çay... İçine bir tutam kızıl ot, insanlar buna kuşburnu da diyor, bir tutam ada çayı, hem belki papatya da toplayıp katmışlardır, kim bilir? 


 Ne de severim papatyaları! En az kuru güller kadar anlam yüklüdür onlar. Büyük bir yıkımın arkasından gelen sade ama her zaman değerini koruyan güzelliğiyle çayın tadını yumuşatırlar. İçenin sinirlerini alırlar, uykuyla ebe sobe oynayan erişkinleri düşlerindeki fay kırıklarıyla buluştururlar. Buruk bir günü hep bir fincan papatya çayıyla bitirirdim, bir zamanlar, işte tam o günlerde, özür dilemenin en güzel yöntemi nedir diye uzun süre düşündüm. En sonunda bir gün anneme sordum. Anneme gelen en güzel özür koca bir buket kır papatyasıyla olmuş! Sonra onları kurutmuş annem. İyice kuruyunca yaptığı çaylara katmış. Meğerse annemin çayı hep bundan güzel oluyormuş. Şimdilerde kuru güllerimle hasbihal ediyorum sadece! Ne huzur veren bir bardak çay ne de bir buket dolusu kurutulup çaya katılacak kır papatyam var. Çünkü henüz dilenmemiş bir özür duruyor İstanbul Boğazı'nın derin sularında. Oraya gömülmüş haykırışlar, kirpiklerden sıyrılmış ve istiridyelerin içine yerleşmiş kapkara inci taneleri, umutlar, hayaller, heyecanlar... Sözün özü bir genç kadının sahip olabileceği her şey bir olmuş gömülmüş oraya. Denizi dolduran belediyelerin bile söküp atamayacağı kadar derin bir yerde, ince ince kurutuyor boğazı alevleriyle. 


 Gemi iyice yanaşıyor olduğum yere doğru. Bacasından göğü delercesine dumanlar püskürtüyor. Türlü sesler çıkarıyor kaptan. Gemi ağzına kadar dolu ama huzurlu bir hava hakim... Kaptan kafasını uzatıyor gel diye işaret ediyor ısrarla. Omuz silkeliyorum kaptana. Omzumdan kupkuru birşeyler dökülmeye başlıyor. Kollarım sanki biçim değiştiriyor. Bir kaç saniye sonra kollarımın hemen yanında küçücük kanatlarım olduğunu görüyorum. Deve kuşlarının kanatları gibi yani. Var ama işe yaramıyor. Eksik... Uçsam uçamam yüzsem yüzemem artık. Sıkışmış kalmışım burada, bu iskelede. Karşıdaki huzur limanı bacasında tüten dumanıyla çok uzaklarımda... Bir bülbül olmayı ne de isterdim. Hem sesim de güzel olurdu o zaman. Karşıda duran limanda huzurun şarkısını mırıldanırdım vakti geldiğinde. Halbuki insan bir cins ile yaratılıyor. Bu cinsin de özellikleri neye imkan veriyorsa o ölçüde maharetini sergileme imkanı buluyor. Bazen oturup kızıl bir vitral gibi parlayan bir çift gözle yardım çağrısı yapıyor, bazen de avazı çıktığı kadar tıkırdatıyor ortalığı. Bülbül meşreplilerin işi kolay elbette. Sesi dinlenesi her şarkıcı gibi onların da dinleyicisi bol oluyordur... Bir deve kuşunun neyini dinlesin insanlar? Yüreği kül de olsa yaptığı yapacağı kafasını kuma gömmek. Üzerinden vapurların ağır ağır geçtiği Boğaz'a acılarını gömdüğü gibi... Üstelik henüz ruhlarına bir Fatiha armağan bile etmemişken.

 Eteklerimden yarasalar uçuyor karşıdaki limana doğru. Yüreğimden koca bir ok çıkıp gidiyor suyun dibine doğru. O sırada kulaklarıma bir ses doluyor.
"Bacım bekletme! Haydi işimiz gücümüz var."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Nereye gitmek istiyorsun?"
"Üsküdar'a bırakıverin beni."
"Olmaz, biz Beyoğlu'na geçiyoruz."
"Şu karşı kıyıdaki güzel liman neresi oluyor?"
"Hani nerede?"
"Bak tam şurada." derken ellerimi ileriye doğru uzatıyorum.
"Bacım ne güzeli orası bildiğin Beyoğlu iskelesi."
Karşımdaki o güzel liman birden yok oluyor. Kekelemeye başlıyorum.
"Ama, masmaviydi orası..."
"Bacım sen az ilerde hastane var, oraya bir git istersen."
"Ama..."
Bağırıyor:
"Kaptan! Haydi!"

Nasıl olabilir bu? Oysa tam karşımda duruyordu. Şimdi ne oldu da yok oldu? İçimden yükselen tüm bu sorularla beraber deniz köpürmeye başlıyor. Su sakinliğini bozuyor. Eteklerimden yukarıya doğru yükseliyor. Karşımda tüm çirkinliğiyle, tüm pisliğiyle koskoca  bir semt duruyor. Haliç'teyim demek. Su gittikçe yükseliyor. Tam yanımda bir adam beliriyor. Onun dizlerine kadar gelmeyen su beni çoktan yutuyor. Rimellerim tüm denizi siyaha boyuyor. Allığım uskumruları alacalıyor, rujum deniz kabuklarını kızıla çalıyor. Ojelerim ahtapotların derilerini yeniliyor. Ciğerlerimdeki oksiyen büyük bir hızla baloncuk olup kaçıyor gökyüzüne. Yarasalarım eteklerime toplanıyor. Suyun dibinde beni bekleyen yere doğru götürüyorlar. Çekiştirerek... Az önce fırlayan ok bir tünel kazıyor aşağıya doğru. İnerken tıpkı benim gibi bu sulara kendini gömen birçok insan olduğunu görüyorum. Zar zor bir cümle kuruyorum az önce dizleri ıslanmayan adam duysun diye.
"Seyir defterini siz yazın."

9 Kasım 2018 Cuma

Pozit: Canavarın doğuşu

 Sessiz bir sabah oluyor ama dışarıdan bakıldığında... Gelip yüreğime sorsalar hep beraber heyelanın tanımını yeniden yapabiliriz belki. Biraz oturup konuşsak... Evet, sen bir heyelanın sahibisin. Ve bu heyelan bizden her şeyi alıp götürdü diyorum, kendi kendime. Evet, Bizden her şeyi alıp götürdü. Ve büyük bir yıkımı da beraberinde getirecek bir canavar yarattık, biz. Seninle... Bu eser ortak ve sen meşruiyet konusunda hep destekçim olacaksın ama biz asla yan yana durmayacağız. Meşruiyet arenasının tam ortasında bakacaksın gözlerimin tâ içine! Ama korkacaksın! Bir tarafın kaynayacak beni yok etmek için, diğer tarafınla aferin diyeceksin. İşimi kolaylaştırıyorsun. Çünkü sen yaşça benden belki büyüksün belki de ben senden daha büyüğüm, kim bilebilir bunu? Dövüşmek için koluna taktığın çaputların sayısı her gün artacak mı? Batıl inanç avcısı bir adam olarak sen, atalar dinine inanırken taklit ettiğin ananelerin kaç tanesinin ruhunda yankılandığı sorusuna ne zaman cevap vereceksin? Göstermelik bir kurallar silsilesine sahipsin. Peki ama kaç tanesini seni kimsenin görmediği bir yerde uyguladın? Yastığa başını koyduğunda kendine hesap verebildin mi bundan yaklaşık 6 ay önce, geçen ay?.. Peki geçen hafta ya da geçen gece?..

 Karşımda koca gözlerini evimin her köşesinde gezdiren bir adam oturuyor. Henüz adını bilmiyorum. Loş bir ışık yayılıyor gece lambasından. Kel kafasında kırmızı noktalar kırmızı noktaları kapamak için taktığını düşündüğüm bir de başlığı var. Kirli beyaz ve nakışlı, ışıktan dolayı mı böyle, rengin kendisi mi kirli yoksa sürekli içtiği sigaradan mı bu renge dönüşmüş daha öğrenemedim. Sigarasını elinden hiç düşürmüyor. Bağımlı muhtemelen. Bir aralık dumanı suratıma doğru üfledi. Konuşmaya başladı.

Adam: "Yüzün ne güzelmiş."
"Öyle mi?.."
"Evet... Sigara içmez misin?"
"Olur..."
"Çok içmiyorsun galiba?"

Sigaramı yakıp ilk nefesimi alıyorum.
"Nadir."
"Neden peki?"
"Bilmiyorum."
"Kaç yaşındaydın sen?"

Bu soru üzerine geriliyorum. 
"Hemen hemen senin kadar. Belki biraz büyük belki biraz küçük."
"Kaç işte?"
"Gerek var mı?"
"Tabii ki. Bilmek istiyorum."
"Sorma bana bunu."
"İyi..."
"O zaman şu soruya cevap ver."
"Yolla gelsin."
"Kaç yıldır yaşıyorsun?"
"Dalga mı geçiyorsun?"
"Yoo, gayet ciddiyim."
"Peki..."
Bu sefer ben soruyorum.
"Kafandaki kırmızı noktalar nedir?"
"Saç ektirdim de..."
"Hım..."
"Bugün maaşımın üçte birini buna ayırdım ve sabah erkenden saç ektirmek için masaya yattım."
"Demek iyi bir gelirin var."
"Tabii ki."
"Peki o zaman neden kafandaki başlık kirli?"
"Temizlemekten benim içim geçti ama o bir türlü ilk aldığım renge dönmedi."
"Neden?"
"Bilmiyorum."
"Ne zaman bu hale dönüştü."
"İlk rüşvetimi aldığımda."

Uzun bir sessizlik oldu. 
Adam: "Gerçekten kaç yaşındasın?"
"Söylemem."
"Niye?"
"İşte, anla."
"Yani?"
Bir süre sustum sonra ekledim. 
"Sen hesap et..."

 Günün ilk ışıkları giriyor perdemin aralığından. Ayak parmaklarım çıtırdıyor. Takvimden dünün yaprağını koparıyorum ve yere atıyorum. Komodinin üzerinde bir tomar para görüyorum. İlginç geliyor, demek her şeyi elde edebileceğini sanıyor. Çapsız... Rüşvetçi ve çıkarcı olduğunu bilseydim yine de alır mıydım onu evime? Odamın öte tarafında duran boy aynasına gidiyorum. Yan tarafta makyaj malzemelerimin dizili durduğu aynalığım da var. Bir aynalığa bir boy aynasına bakıyorum. Yüzüm ne kadar da genç ve diri duruyor. Tıpkı yirmisini bitirmesine birkaç ay kalmış genç bir kadın gibi... Kimse üç yüz yaşını çoktan aştığımı anlayamaz sanırım... Bir an gözlerimi kapatıyorum. Açtığım zaman aynada kırışık suratlı, burnunda boğayı andıran halkadan bir hızma ile yaşlı bir kadın beliriyor. Saçlarını omzunda toplamış... Aynaya:
"Kimsin sen?" deyince
"Tanımadın mı?" diyerek kayboldu kadın aynadan. 

 Tenimin rengi kora dönmüş mangal kömürünü andırmaya başladı. Tüm bedenime soğuk su serpiştirmeye başladım. Su serpiştirdikçe kordan toprağa dönüyordum. Gittikçe solgunlaşan bir toprak rengine döndü ve en solgun tonunda değişim durdu. Olanları aklım almıyordu. Bu evrenin ve evrimin bana verdiği bir ceza mıydı? Bunca yıldır başıma neden böyle birşey gelmedi de bugün geldi? Tenimin solgunlaşması durunca derilerim dökülmeye başladı. Cildim bir balığın pulları gibiydi. Alel acele çıktım odadan. Beni bu şekilde görmemeliydi. Kapıdan çıkarken bedenimin iki katına çıktığını sezdim. Bu defa aynaya bakacak gücüm yoktu. Derhal kapıyı çektim ve çıktım. Merdivenleri koşarak indim. Binanın kapısında kocaman bir çukur vardı. Hamile bir kadının göbeğiyle suratında yastık izi kalmış tombul bir kadın yüzünün arasında kalmış bir biçimdeydi. Hızla sokağa atıldım. Cadde boyunca yürümeye başladım. 

 Sessiz bir sabah oluyor ama dışarıdan bakıldığında... Gelip yüreğime sorsalar hep beraber heyelanın tanımını yeniden yapabiliriz belki. Biraz oturup konuşsak... Evet, sen bir heyelanın sahibisin. Ve bu heyelan bizden her şeyi alıp götürdü diyorum, kendi kendime. Evet, Bizden her şeyi alıp götürdü. Ve büyük bir yıkımı da beraberinde getirecek bir canavar yarattık, biz. Seninle... Bu eser ortak ve sen meşruiyet konusunda hep destekçim olacaksın ama biz asla yan yana durmayacağız. Meşruiyet arenasının tam ortasında bakacaksın gözlerimin tâ içine! Ama korkacaksın! Bir tarafın kaynayacak beni yok etmek için, diğer tarafınla aferin diyeceksin. İşimi kolaylaştırıyorsun. Çünkü sen yaşça benden belki büyüksün belki de ben senden daha büyüğüm, kim bilebilir bunu? Dövüşmek için koluna taktığın çaputların sayısı her gün artacak mı? Batıl inanç avcısı bir adam olarak sen, atalar dinine inanırken taklit ettiğin ananelerin kaç tanesinin ruhunda yankılandığı sorusuna ne zaman cevap vereceksin? Göstermelik bir kurallar silsilesine sahipsin. Peki ama kaç tanesini seni kimsenin görmediği bir yerde uyguladın? Yastığa başını koyduğunda kendine hesap verebildin mi bundan yaklaşık 6 ay önce, geçen ay?.. Peki geçen hafta ya da geçen gece?..

 Caddeden hızla bir araba geçti. Arabanın hızıyla savruldum. Cadde boyunda ilerlerken göbeğimin belimde yaptığı ağırlığın gitgide arttığını hissettim. Nihayet yere düştüm. Yuvarlanarak durdum. Yerimden doğrulduğumda asfaltta büyük bir kan birkintisi gördüm. Küçük çaplı bir çamur birikintisini andırıyordu. Kan birikintisinin içerisinde kıpırdanan birşey gördüm. 5 santimden daha kısa, kandan kırmızı bedeninde küçük harfler ve formüller yazıyordu. Oldukça çirkin görünümlüydü. Yerinden kalktığı gibi kanalizasyon kapağının içine atladı. Yerin derinliklerine karıştı. Az ötedeki kanalizasyon kapağından fırlayarak çıktı ve yanıma geldi. Kaba bir sesle:
"Anne!"
"Sen?"
"Pozit benim adım."
"Adını nereden öğrendin?"
"Senin karnında mayalandığım sürede seçtim."
"Haydi evimize gidelim!?"
"Bundan sonra seni görmeye gelmeyeceğim."
"Neden?"
"Çok fazla çalışmam gerekiyor."
"Sen bir bebeksin."
"Ben bir bebek sayılmam. Beni dinle! Bak bundan sonra dünyadaki bütün kötülüklerim için beni koruyacaksınız, ben hem sizden ayrı olacağım hem de sizden bir parça olarak devam edeceğim."
"Niçin?"
"Artık durdurulmaz bir yıkımın başlangıcındayız."
"Ama Pozit!"
"Sen ve babam bunun sorumlusuymuş gibi görünmeyeceksiniz."
"Ama..."
"Ama diye birşey yok!"
"Babanın da kim olduğunu biliyor musun?"
"Evet."

 Pozit tüm hızıyla yerin derinliklerine karıştı. Pozit'in babası... O gün eve döndüğümde komodinin üzerinde bir not buldum. "Bakkala gidiyorum geldiğinde kahvaltı için beni bekle." Sabahın ilk saatlerinden gecenin sonuna kadar bekledim ama gelmedi. Hiç kimse... Korkarak açtım televizyonu. Kanallar arasında gezerken bir habere denk geldim. Küçük kırmızı bir yaratığın şehrin belli yerlerini yıktığı, kuyumcuları soyduğu, tarihi eserleri parçaladığı ve bir adamı öldürdüğü hakkında. O an anladım, artık istesek de istemesek de olacakların sorumlusu bizdik. 

Kapı çaldı. Açtım. Karşımda Pozit duruyordu. 
"Ölmedi." dedi.
"Ne oldu?" dedim.
"Yanımda yaşıyor artık." dedi

...

 Bedenim hiçbir zaman genç görünmedi o günden sonra. Bir daha hiç Pozit'i göremedim. Ama o günden sonra dünyanın her yerinde başlayan bir kaynama oldu. Tüm dünya bir cadı kazanı gibi fokur fokur kaynamaya başladı. Sarılamayacak kadar büyük yaralar açıldı yer yüzünde. Yerin derinliklerinden bir sürü şey çıkardı insanlık. Bir tek Pozit'i ve babasını çıkaramadılar. Göz gözü görmeyecek kadar büyük savaşlar başladı. Topraktan kan akıyordu. Kandan toprak dökülüyordu. Bedenim hiçbir zaman genç görünmedi o günden sonra. 

5 Kasım 2018 Pazartesi

Umuda suikast

Karanlığın tam orta yerinde, elleri kalınca halatlarla bağlanmış bir tutsak tam karşımda duruyor. Kurtulmak gibi bir sıkıntıya sahip olmadığı gözlerinden okunuyor. Kaşları iki yay gibi yukarı gerilmiş, gözleri de kartal tüyleriyle süslenmiş iki ok ucu olmuş. Yemyeşil... Bu ben miydim? Yoksa herhangi biri miydi? Kendime bu soruları sorarken yer şiddetle sarsılmaya başladı. Bir gıcırtı duydum ve bir ışık suratıma çarptı. Bu ışık gözlerimi kör edecek boyuttaydı. Deklanşörüne basılmış fotoğraf makineleri gibi aniden... 



Derin bir solukla uyandım uykumdan. Ellerimi alnıma götürerek çevreme bakındım. Yine zifiri karanlık... Neden sonra penceremin arkasından şerefelerinde kandiller yanan minare göründü. İnce ışıklar girmeye başladı odama. Demin gördüklerim de ne ola ki demeye kalmadan uğultular doluştu kulaklarıma. Sessizliğin içinden bir ses doğdu, karanlığın içinden yeni bir karanlık türedi. Çevremi kuşatan karanlığa ve uğultuya bir de yükselen nabız eşlik ediyordu. Göz bebeklerimin büyüdüğünü, parmaklarımın var gücüyle yumruklaştığını ve göğüs kafesimin yarıldığını anlamak zor değildi. Annemin göz tansiyonu diye bahsettiği bu muydu yoksa? Belki bir gezgin gelmiş de konmuştu pençeleriyle gövdeme. Belki hiç gitmemek üzere gelmişti... Belki de alacağını alıp hemen gitmeye... Ateş almaya gelmek gibi... Kim bilebilirdi ki? Göğüs kafesimde gittikçe büyüyen bir yarık oluştu. Gözlerimde türeyen karanlık, kulaklarımda sessizlikten doğan uğultu ile beklemeye geçtim. Parmaklarım daha sıkı şimdi. Daha güçlü... Can acıtıyor belki ama güçleniyorum türeyişle. Kocaman ve korkutucu yıpranmışlığıyla bir çift el hissettim. Gözlerimde türemiş karanlık geri çekildi. Karşımda iki dişi iki erkek devasa karanlıklar duruyordu. Gördüğümü anlayınca birbirlerini izlediler. İnce gülücükler dolaştı dumandan bedenlerinde ve dört varlık bir olup bir kahkaha oldu. Kulağımın uğultusuna katılıp beynimde dolaştılar. Buna rağmen görüntüleri henüz belirginleşmemiş bu yaratıkların niyetini anlamak zordu. Diğerlerine göre daha kısa boylu ve tütün kokulu olan elinde geniş bir kağıtla bana bakarak notlar almaya başladı. Yatağım normalinden en az iki kat daha yüksekte asılı duruyor. Sağa doğru sallanıyorum biraz. Başımdaki yaratıklar sabit.  Karanlıkları birleşti, dumanları tek bir bacadan tüttü. Alev alev yanan karanlıklar dört duvarın dört köşesine değerek iki tur attı. Ardından başıma gelip yeniden incelemeye koyuldular. Onlar inceleye dursun benim gözlerimde türeyen karanlığa alevler ve dumanlar katıldı. Her katılışta biraz daha harlandı alev ve çelik gibi ağırlaştı duman. Tüm tabana yayılan metal kokusu burnumu yakmaya başladı. Ciğerlerim artık soluk borusundan bağımsız nefeslenmeye başladı. Çelik bir bıçak gibi kesmişti soluk borumu. Artık başımla gövdem arasında fiziksel bağ yok denecek kadar az. Göğsümde köklenen ne varsa birer birer siliniyor şimdi beynimden. Kısa boylu, tütün kokulu, teni çamuru andıran bu adam notlarını kenara bırakıyor. Yanındaki diğer üç kişiye aldırmadan yapması gerektiğini düşündüğü hareketi yapıyor. Dumanı ile tütsülüyor göğüs kafesimi. Arkada kalan diğer üçü durdurmak istiyor. Diğerlerine göre en uzun boylu olan yaklaşıyor yanımıza. Kendi dumanından katıyor tütsüye. Onların dumanları ile göğüs kafesimdeki yarık kapanmaya başlıyor. Bir acı tüm bedeni kaplıyor. Tiz bir çığlık yırtıyor gecenin karabasanlarını. Duman göğüs kafesimden henüz çekilmiyor. Karanlık kat kat sarıyor yeri, göğü, ellerimi, yüreğimi, kanlar damlayan kuru gülleri, asfaltın kenarında otururken yerin dibine girmiş ve çıkmayı bekleyen iki iskeleti, denizleri, uskumruları ve senin gözlerini. Bütün renkler yok oluyor. Sevgi yok oluyor. Umut yok oluyor. Dünya yok oluyor. Karabasanları yırtan tiz çığlık yeniden sarıyor bütün evreni. Bu sefer daha keskin ve daha yırtıcı. Karanlığın ve dumanın tütsülediği göğüs kafesim annemin  ördüğü kırmızı pelerinin iplikleriyle dikiliyor yavaş yavaş. Kocaman bir iğneyle zarif bir el acımı dindiren ninnilerle başlıyor yama etmeye. Fonda bir takım hırıltılar. Sanki konuşmak isteyip de beceremeyen mağara adamları vardı yanı başımda. O zarafet, iğnesi ve kırmızı ipliği ile son darbeyi de vurunca minareden sesler yükselmeye başlıyor. Belki sabah ezanı, belki sela... Dört duvarın dört köşesine değen dört kara duman ayaklarımın ucundan merakla bana bakıyor. 

Tabanı sallıyor zarafetin eli. Önce uzun boylu olanlar düşüyor yere. Hemen arkasından kısa boylu olanlar. Tütün kokulu adamın gözlerinde çıkarcı bir bakış beliriyor. Zarafetin eli bu sefer gözlerine bir damla kan bulaştırarak benden uzaklaştırıyor. Uzun boylu alevlerden birinde zümrüt rengine benzeyen bir şey parıldıyor. Dişlerinde büyük delikler var. Yüzünde gereksiz bir gülümseme. Kısa boylulardan biri etlerine yapışan zevksiz bir çaput giyinerek gelmiş. Ne için gelmiş olabilir ki tam burnumun dibine? Zarafetin eliyle yerimden doğruldum. Bilmem kaç perde yüksekten konuşmaya başladım. 

"Kim için ve ne için geldiniz?"

Zarafetin eli çekiliyor dört duvarın dört köşesinden. Duman ve alev birbirinde eriyor. Eriyen ateş yerin altına akıyor. Geriye keskin bir karanlık kalıyor. Dört farklı bedendeki dört farklı karanlık birbirine uygun adımlarla uzun bir koridordan geçerek evin kapısından çıkıyor. Gecenin karanlığını yırtan tiz çığlık yeniden duyuluyor. Güneşin ilk ışıkları süzülüyor odaya. Göz kapaklarım ağırlaşarak düşüyor. Alem değişiyor, ben değişiyorum. Avucumda kırmızı örgü ipleri ve anneden yadigar yorgan iğnesi... 


...

İşte, sanki bütün hikayeyi bilen bir el var tam ensemden tutuyor. Ne zaman devirsem kendimi umutsuzluklarla dolu kayından bir ormana, gelip buluyor bir yerde ve bir biçimde. Bir şırınga umut aşı ediyor, kanıma, canıma... Ben kurumak istedikçe yeşertiyor. Ben yerin dibine geçmek istedikçe kanatlar biçip uçuruyor göklerde. Yeşertiyor yürek topraklarında ne varsa ve ne yoksa... Uçmak ile cennette olunmaz mı? İşte, cehennemi bana bırakmıyor ki yaşayayım.  Bırakmıyor beni kendimin katili olayım. Umuda hançer vurayım... 

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...