12 Kasım 2018 Pazartesi

Nazire: Son yolcunun konuşması

Gemiye geç kalmak belki binmekten vazgeçmek de denebilir bu yaptığıma. 

 İskelenin önünde kuru güllerle bezenmiş bir gemi duruyor. Durduğum iskelenin ahı gitmiş vahı kalmış. Tüm boğazı sonradan ıslatılmış kuru gül kokusu sarıyor. İskele de öyle eski ve yıkık dökük ki gören şaşar kalır. Sanki bin yıllardır giden herkescikler yağma etmiş ve tozu dumana katmış gibi... Öyle metruk... Zaten ben olmasam geminin burada duracağı da yok... Kaptan geldi yanaştı o kırık dökük iskeleye. Tam karşımda denizden daha mavi, gökten daha serin ve yüreğimin yangınından kurtulmayı başarabilmiş bir liman duruyordu. Hem yüreğimin tam ortasında hem yüreğimdeki yangından hiç hasar almadan oracıkta duruyordu. Sanki yıllar yılı kimse oraya tek çöp atmamış. Oradan geçerken yere balgam atan sokak serserileri birden İstanbul beyefendisine dönüşmüş. Sigara izmaritleri, içenlerin boğazlarına dizilmiş... Huzur kenti orası, belli, evet, karşı kıyıdan... Limanın bir bacası var. Ne hikmet!.. O masmavi limanın yemyeşil yosunlarla çevrilmiş bacasından islerini etrafına saçan kül renginde dumanlar tütüyor. Belki gemi tayfalarından birileri üşümüştür!? Isınmak için çay demlemişlerdir?.. Olamaz mı? Koca bir semaver dolusu çay... İçine bir tutam kızıl ot, insanlar buna kuşburnu da diyor, bir tutam ada çayı, hem belki papatya da toplayıp katmışlardır, kim bilir? 


 Ne de severim papatyaları! En az kuru güller kadar anlam yüklüdür onlar. Büyük bir yıkımın arkasından gelen sade ama her zaman değerini koruyan güzelliğiyle çayın tadını yumuşatırlar. İçenin sinirlerini alırlar, uykuyla ebe sobe oynayan erişkinleri düşlerindeki fay kırıklarıyla buluştururlar. Buruk bir günü hep bir fincan papatya çayıyla bitirirdim, bir zamanlar, işte tam o günlerde, özür dilemenin en güzel yöntemi nedir diye uzun süre düşündüm. En sonunda bir gün anneme sordum. Anneme gelen en güzel özür koca bir buket kır papatyasıyla olmuş! Sonra onları kurutmuş annem. İyice kuruyunca yaptığı çaylara katmış. Meğerse annemin çayı hep bundan güzel oluyormuş. Şimdilerde kuru güllerimle hasbihal ediyorum sadece! Ne huzur veren bir bardak çay ne de bir buket dolusu kurutulup çaya katılacak kır papatyam var. Çünkü henüz dilenmemiş bir özür duruyor İstanbul Boğazı'nın derin sularında. Oraya gömülmüş haykırışlar, kirpiklerden sıyrılmış ve istiridyelerin içine yerleşmiş kapkara inci taneleri, umutlar, hayaller, heyecanlar... Sözün özü bir genç kadının sahip olabileceği her şey bir olmuş gömülmüş oraya. Denizi dolduran belediyelerin bile söküp atamayacağı kadar derin bir yerde, ince ince kurutuyor boğazı alevleriyle. 


 Gemi iyice yanaşıyor olduğum yere doğru. Bacasından göğü delercesine dumanlar püskürtüyor. Türlü sesler çıkarıyor kaptan. Gemi ağzına kadar dolu ama huzurlu bir hava hakim... Kaptan kafasını uzatıyor gel diye işaret ediyor ısrarla. Omuz silkeliyorum kaptana. Omzumdan kupkuru birşeyler dökülmeye başlıyor. Kollarım sanki biçim değiştiriyor. Bir kaç saniye sonra kollarımın hemen yanında küçücük kanatlarım olduğunu görüyorum. Deve kuşlarının kanatları gibi yani. Var ama işe yaramıyor. Eksik... Uçsam uçamam yüzsem yüzemem artık. Sıkışmış kalmışım burada, bu iskelede. Karşıdaki huzur limanı bacasında tüten dumanıyla çok uzaklarımda... Bir bülbül olmayı ne de isterdim. Hem sesim de güzel olurdu o zaman. Karşıda duran limanda huzurun şarkısını mırıldanırdım vakti geldiğinde. Halbuki insan bir cins ile yaratılıyor. Bu cinsin de özellikleri neye imkan veriyorsa o ölçüde maharetini sergileme imkanı buluyor. Bazen oturup kızıl bir vitral gibi parlayan bir çift gözle yardım çağrısı yapıyor, bazen de avazı çıktığı kadar tıkırdatıyor ortalığı. Bülbül meşreplilerin işi kolay elbette. Sesi dinlenesi her şarkıcı gibi onların da dinleyicisi bol oluyordur... Bir deve kuşunun neyini dinlesin insanlar? Yüreği kül de olsa yaptığı yapacağı kafasını kuma gömmek. Üzerinden vapurların ağır ağır geçtiği Boğaz'a acılarını gömdüğü gibi... Üstelik henüz ruhlarına bir Fatiha armağan bile etmemişken.

 Eteklerimden yarasalar uçuyor karşıdaki limana doğru. Yüreğimden koca bir ok çıkıp gidiyor suyun dibine doğru. O sırada kulaklarıma bir ses doluyor.
"Bacım bekletme! Haydi işimiz gücümüz var."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Nereye gitmek istiyorsun?"
"Üsküdar'a bırakıverin beni."
"Olmaz, biz Beyoğlu'na geçiyoruz."
"Şu karşı kıyıdaki güzel liman neresi oluyor?"
"Hani nerede?"
"Bak tam şurada." derken ellerimi ileriye doğru uzatıyorum.
"Bacım ne güzeli orası bildiğin Beyoğlu iskelesi."
Karşımdaki o güzel liman birden yok oluyor. Kekelemeye başlıyorum.
"Ama, masmaviydi orası..."
"Bacım sen az ilerde hastane var, oraya bir git istersen."
"Ama..."
Bağırıyor:
"Kaptan! Haydi!"

Nasıl olabilir bu? Oysa tam karşımda duruyordu. Şimdi ne oldu da yok oldu? İçimden yükselen tüm bu sorularla beraber deniz köpürmeye başlıyor. Su sakinliğini bozuyor. Eteklerimden yukarıya doğru yükseliyor. Karşımda tüm çirkinliğiyle, tüm pisliğiyle koskoca  bir semt duruyor. Haliç'teyim demek. Su gittikçe yükseliyor. Tam yanımda bir adam beliriyor. Onun dizlerine kadar gelmeyen su beni çoktan yutuyor. Rimellerim tüm denizi siyaha boyuyor. Allığım uskumruları alacalıyor, rujum deniz kabuklarını kızıla çalıyor. Ojelerim ahtapotların derilerini yeniliyor. Ciğerlerimdeki oksiyen büyük bir hızla baloncuk olup kaçıyor gökyüzüne. Yarasalarım eteklerime toplanıyor. Suyun dibinde beni bekleyen yere doğru götürüyorlar. Çekiştirerek... Az önce fırlayan ok bir tünel kazıyor aşağıya doğru. İnerken tıpkı benim gibi bu sulara kendini gömen birçok insan olduğunu görüyorum. Zar zor bir cümle kuruyorum az önce dizleri ıslanmayan adam duysun diye.
"Seyir defterini siz yazın."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...