21 Aralık 2018 Cuma

Dönme dolap

Piyanomun başında notalarla bütünleştiğim bir gündeydik. Dünya piyanomun tuşlarından ibaretti. Notalar, ruhumdaki tüm hücreler, evrendeki bütün gezegenler, uydular, asteroitler, senin içindeki bütün kötülükler ve sana biçtiğim iyilik giysileri artık kesilmişti. 

İçimdeki yirmi bir benden biri "Katiller suç mahaline mutlaka geri döner" demişti günlerden bir gün. Sen gözlerimin içine bakarak "Olay zamanı neredeydin?" diye sorduğunda... Ben hangi olaydan bahsettiğini sorgularken muhtemelen bir Mayıs akşamıydı ve güneşin tepelerin ardına saklanmasına dakikalar kalmıştı. 

O gün bugündür hiç o otobüse binemedim. Çünkü otobüsün numarasını çoktan unutmuştum. Belki 38M belki 500T... Aramadım da zaten, neyi arayacaktık ki? Kırıkların peşinden mi gidecektik, yapışsın diye? Yapışsa bile ayna bir daha aynı güzellikte bakabilir miydi gözlerimin içine? Bendeki anlamını gözümden düşerek çoktan kaybetmemiş miydi, bu dönme dolap? Yuvarlanarak Burgaz'ın en tepelerinden Marmara'nın sularına karışırken, o dönme... Tıpkı küçüklüğümde haylaz çocukların oynadığı topaçlar gibi... Bir de yoyolar vardı tabii. Benim ellerim bir türlü beceremezdi o yoyoyu geri getirmeyi. Oldum olası el ayak kordinasyonum zayıftır, bilirsin beceriksizliğimi. Ama o dönek yoyolar bir yolunu bulur yapışırdı ellerime. Dizlerimin üzerine kapakalandığım zamanlarda bile ümit olur gelir tutardı ellerimden. Felek korku salıyorsa ümit de veriyor derlerdi de inanmazdım. Hala pek inanmıyorum ya... Ama her seferinde beni bulan ümit bir hakikatten besleniyor sanırım. Anlar gibiyim yavaş yavaş. İşte piyanomun başında otururken bastığım her nota demincek bahsettiklerimin yankıları oluyordu. 

Piyanoma vuran ışıklar yavaş yavaş bana doğru kaymıştı. Tenimin kavrulduğunu hissettim. Halbuki güneş koruyucularımı sürmüştüm. Bilirsiniz tenimin beyaz kalması için ihtimam gösteririm. Notalara bastıkça daha çok kavruluyordum. Bir tencerenin dibinde soğan halkaları gibiydim. Rüzgar esmeye başladı. Tahta kaşık daldı tencerenin içine bir sağa bir sola savurdu beni. Notalar ruhumdan çıkıyor demiştim de inanmamıştın... Tencerenin kenarlarına her vuruşumda yeni bir notayla türküler yaktım. Her turda yeni bir nefesle başladım ve ateş her harlandığında bir önceki türkünün yankıları senin kulaklarını yırttı. İstersen gönlümü açıp bakabilirsin. Zaten paramparça, hem görmekte de zorlanmazsın. Ne de olsa olay zamanı suç mahalindeydin. Pembeleşene kadar kavurmak deyimi gereği, yeteri kadar ateşten nasibimi aldıktan sonra bir kaşık salça attılar üzerime. "Kokusu çıksın" dedi çeşnigar... Üstüne ne vazifeyse... Ama bu sarayda böyledir, herkesin tuzu olur çorbada. Etrafa kokular yaymaya başladım böylece. Kimine yanık kokusu oldu kimine olgunlaşmanın damgası. Seni rahatsız ettiğime eminim. Koku güzel de olsa çirkin de olsa... Tam kendime geldim diye sevinirken tencereye bir avuç dolusu biber attılar. Bu sefer gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Düşen her damla küçük biber tomurcukları oldu tencerede döndü durdu. Rimellerimin renginde her tanesi. Biberlerin çarliston oldukları kanaatindeyim sivri olsaydı duramazdım. Nereden biliyorsun diye sorma, tecrübelerimin baş rolü olarak tecahülü arife kalkışma. Çünkü bunu sen yapınca komik oluyor. Tecahülü arif oluyor sana büsbütün riya. Nihayet şırıltılar sarıyor bütün odayı ve tencerenin demirleri şıkırtılarla karşılıyor bir testi suyu. Bu geliş bir girdap olup vuruyor kanatlarıma ve kendine dahil ediyor beni. Merkezine doğru çekiliyorum. Başka bir zamanda, başı sonu kestirilemeyen bir yerde uyanıyorum. Senin gibi bir takım gereksizlerin ve onları ıslah etmekle görevlendirilmiş iyi huylu bakterilerin savaşını izliyorum. Senelerden olay zamanı, yerlerden suç mahali deyiver sen buna. Çünkü gövdemde yirmi bir farklı kanatla yeniden doğuşumu göremeyeceksin. Çünkü buna sadece o tencerenin içinde benimle kavrulan biberler, salça ve su şahit olabildi. Sen küçücük bir karton bardağın dibini karıştırıp beni gördüğünde saklandığın için tepen aşağı yuvarlanarak düştün ve Marmara'nın derin sularına karıştın. 

Yani şimdi sen bana kırık bir kalp bıraktın diye gülümsemeyeceğimi mi sandın? Hem de öyle bir güleceğim ki, sen geldim sanacaksın ama ben aslında daha da uzaklara gitmiş olacağım. Sonra kanatlarım her geçen yıl birer birer artacak. Her kanat beni biraz daha göğe yükseltecek. Her kırık bir gün iyileşir. Kanatlarımla gönlümü sarabilirim ben. Tıpkı kedilerin kendi kendilerini tedavi etmesi gibi. Sen kendini düşün. Kutlu vadiden nasıl kovulduğunu?...

16 Aralık 2018 Pazar

Ata yadigarı

Huzur Ata ellerimden tuttu.  
"Ciğerim yanıyor kızım, yıllar oldu ama yine de yanıyor." der gibi baktı gözlerime. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Yutkundum, sessiz sessiz dinlemeye koyuldum. Her kelimeyle yeni bir bağ kuruldu Huzur Ata ile aramızda. Denizciler halatlara düğümler atıyordu sanki. Kuvvet üstüne kuvvet, bağ üstüne bağ kurduk. O kısacık an tüm zamanı bünyesine hapsetmişti. Yüreğimden ince ince akan kanlar belirmeye başladı. Bana öncesinde taşıdığım yaralara hem çok benzeyen hem de onların yanında oldukça iri yarı ve daha acılı duran yeni yaralar armağan etti. 

Gözlerine bakan derdi ki, bu koca adam, asla ihtiyarlamamıştır. Yüzünün kırmızılığı kan akışının hızındandır, delikanlılığındandır. Kimse tahmin edemezdi uzaktan bakmayla sırtı yaralarla dolu bilge bir kartal olduğunu. Yüreğinin içinde dumanı tüten volkanlar taşıdığını, gözlerinde bir okyanusun tsunamisiyle gezdiğini kim nasıl anlasın o ağzını açıp anlatmadıkça? 


İşte, ben de bilmiyordum bu kadar incinmiş olduğunu. Ne de olsa adı Huzur'du, kursağında biriktirdiği feryat yumaklarının saçılışını izlerken tüylerim ürpermişti. Öyle ki, 

"Zor günler yaşadım." demek ister gibiydi her cümlenin ardından, 
"Çok incindim, kırıldım, beni anlıyor musun?"
"Ne olursun beni anla. Bak çok yorgunum. Gör halimi." 
"Burada güçlü duran bir Huzur adam var ama Huzur olmak için de depremin yıkıntılarında mahsur kalmak gerekiyor." der gibiydi,
"Derdime ortak ol güzel kızım. Yanımda ol."
"Bak benim masumiyetim burada. İncinmişliğim de şurada." diyecek, elini yüreğine daldırıp, "Al bak işte hepsi bu." diye göstermeye kalkacak sandım. 

O an gökyüzünden aşağıya kara yağmur damlaları indi, yüreğimde toplandı. Yüreğim taştı bedenimi sardı. Kara yağmurun sularında boğuldum. Bunlar belki asit yağmurlarıydı. Gök kızmıştı besbelli. Olanların ağırlığı ayaklarıma bağlanmış gam kayaları oldu. Dibe doğru çöküyordum. Huzur Ata'nın sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Denizimin dibine vurdum. Ayaklarımın bağını çözmek istedim. Huzur Ata belirdi yanımda.
"Ama..." dedim
"Kızım, ayağını çözsen de çıkamazsın buradan."
"Neden?"
"Yürekte büyütülen sabır taşı ayağındakinden kat kat daha ağır."
"Söküp atamaz mıyız Huzur Ata?"
"Artık, sırrı sana da açtım. Sırrı paylaştığım insanların yüreğindeki sabır taşına dokunmam mümkün değil."
"Bunu ben talep ettim."
"Canın yanıyor mu?"
"Evet."
"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."
"Şimdi biz bu denizin dibinde ne yapacağız Huzur Ata?"
"Kendini keşfedeceksin kızım."
"Bu kadar derindeyken mi?
"Evet, en dibe inmeden yukarıya çıkmayı öğrenemezsin."

Yüzerek epey ilerledim. Kanayan deniz analarıyla, tutuşmuş yanan uskumrularla karşılaştım yol boyunca. Feryatların yankıları doluştu kulağıma. Kimin inilemesiydi bu daha anlayamamıştım. 
"Ciğeri yanmayan insan mı var?" dedi Huzur Ata.
Deniz analarının kanları uskumruların oduna körük oldu. Alevler bütün denizimi kapladı. Kısa sürede bütün deniz küle döndü. Huzur Ata ve ben de yangında kül olduk. Küllerimiz bir oldu yeniden doğduk. Bu doğuşta iki bedende tek can taşıdık. Artık Huzur'un tsunamisi ile yok olmuştum. Dedelerin torunlarına, babaların kızlarına miras bıraktığı gibi o da bana büyük bir acıyı miras bırakmıştı. Küllerimizden yeniden doğduğumuz yer ucu bucağı olmayan bir mezarlıktı. Mezar taşlarının kime ait olduğu belli olmuyordu. Bütün yazılar silinmişti. Mezarların bir tanesi kristal gibiydi. Sanki yüzyıllar boyunca bir usta tarafından parlatılmıştı. Karanlık olduğu için siyah gibi görünüyordu. Bizim geleceğimizi öğrenince hizmetini gören kadınlara süsletmiş kendini. Üzerinde krem renk eşarplar uçuşuyordu. Biz yaklaştıkça koyulaştılar. Yasın rengine büründüler. Huzur Ata önden ben arkadan mezara yaklaşıyorduk. 

Gariptir onun kayarcasına geçtiği yer birden beni içine doğru çeken bataklık oluverdi. Huzur Ata nasıl olmuş da benim saplandığım bataklığa çekilmemişti? Bataklığın dibinde bana kara giysiler giydirildi. Ellerime bir çello tutuşturuldu. 

"Huzur Ata Türk müziği sever, çello vermeseniz?" dediğimde bataklıktaki sazlıklar suratıma bir tokat attı. Beni yukarıya çıkardı kurbağalar. Her zaman prens olmazlarmış demek... Kendimi Huzur Ata'nın dua okuduğu mezarlığın dibinde buldum. Çello ile sarılmış öylece kalakalmıştım. Huzur Ata'nın mırıldanışlarıyla çellonun telleri hareket etmeye başladı. Esen rüzgar yay oldu, notaları akort etti. Huzur Ata ellerimden tuttu. Yerden kaldırdı beni. Mezar taşında belli belirsiz bir ad yazıyordu. İlhan...  Huzur Ata gözlerime bakıyor. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Bayburtlu Zihni'den bir şiir okuyor bana. 

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı 
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda bulsam ben o maralı

Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali 
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı

Laleyi sümbülü gülü har almış

Zevk ü şavk ehlini ahu zar almış 
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dert elinden her zaman ağlar

Sordum ki bağ ağlar bağ u ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı

Huzur Ata şiir bittiğinde derin bir nefes aldı. Sonra uçtu, gökte ay oldu. Aydınlattı yüreğimi, çelloyu yerden kaldırdım. Tıpkı Huzur Ata'nın beni yerden kaldırması gibi... Doğrulttum ve iki bacağım arasına yerleştirdim. Yayı sürmeye başladım tellere. Rüzgar esti, yardım etti notaları çıkarmama, sesimi uzaklara duyurmama. Bir şarkı iki şarkı derken gökten bir ses geldi.

"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."

9 Aralık 2018 Pazar

Çakır Hatun: Seni ısıtmayacak güneş

Kollarımdan aşağıya doğru salınıyor siyah pelerinimin  tülleri. Koca bir savaş meydanının ortasında yapayalnızım. 
Biricik annem yanıbaşımda beliriyor birden.

"Neyi koruyoruz? Bu savaş ne için?" diye soruyorum. Annemin suratında kırk yaşın verdiği vakar beliriyor. Sevecen ve kararlı bir ses tonuyla, 

"Namusumuzu kızım. " diyor.
"Namus nedir anne?" diye yanıtlıyorum bu sefer.
"Namus, vatandır, devlettir canım kızım." diyor ellerimi tutarak. Gözlerim doluyor. Gözyaşlarımı yüreğimdeki mezarlığın selvilerine döküyorum. Bu yangından susuz ayrılıp kurumasınlar diye. 

 Onlar buğday oluyor, nefes oluyor, güzellik oluyor dikiliyor karşıma bu sefer. Annemi çekiyorum yanıma. Beraber giriyoruz o güzelim başakların arasına. Saçlarımız salına salına ilerliyoruz epey. Bir an başakların bitmediği çorak bir toprak görüyoruz. 

 "Burası nasıl böyle kalmış yavrum?" diyor gözleri puslu. 
"Ben de bilmiyorum.Anlarız şimdi." diyorum. İyice yaklaşıyoruz meydana. Etrafta bir makas dışında hiçbir nesne yok ancak makas bile henüz net görünmüyor. Annemin sesinde tedirginlik var. 

"Kızım daha fazla yaklaşmayalım, bu işte bir terslik var." Nedendir bilinmez annemin ağzından değişik melodiler çıkmaya başlıyor. Re-mi-do-si-fa-si-la... Hayretle bakıyorum anneme. 

"Hayır, olmaz. Ne varsa mutlaka görmem lazım, (sesimi yükseltiyorum) hey orda kimse yok mu? Bu devasa makasın benim buğdaylarımın arasında ne işi var? Bir bahçıvan mı bıraktı yoksa? Hey!.." Sesim uçsuz bucaksız bu obada yayılarak uzaklaşıyor benden. Merakım perçinleniyor. Annem 

"Kızım bu merak sana zarar verecek. Bırak neyse ne haydi dönelim geriye. Nerelere geldik kim bilir? Aa, gözbebeklerin! Tâ yanaklarına kadar yayılmış kızım, ben bir anneyim yavrum haydi geriye dönelim. Bırak hangi bahçıvan geldiyse geldi. Hem buraya uğramaz bahçıvan filan. Yanlış görmüşsündür sen, hayaldir, rüyadır belki tüm yaşadıklarımız." 
"Tüm bu yaralar da mı rüya anne? Görmüyor musun ruhum baştan aşağıya yara bere dolu. Pansumanımı sen yapmasan anlayacağım şu dediklerini. Bak! Görüyor musun her bahsi geçtiğinde kanamaya başlıyorlar birer birer!"
"Canım!.. Acılarının tek şahidi olmak, benim için bir şereftir. Ellerinden tutmak, annen olmak gurur kaynağımsın sen benim. Daha fazla kanatma yüreğindeki kırıkları. Bırak o faylar öylece kalakalsın. Bir sonraki deprem hepsini silip süpürecek, tertemiz edecek topraklarını."
"Ama... (sesim nefes borumda düğümleniyor) sen değil miydin bana kansız ameliyat olmaz diyen? Yaralarını kanatmadan uçamazsın diyen, sen değil miydin?"
"Keşke senin şu halini göreceğimi önceden bilseydim de, hiç demeseydim o lafı sana. Sen yardım diledikçe ben çaresizleşiyorum. Bir anne için ne kadar zor biliyor musun? Ne olur daha fazla kendini üzme. Bırak Tanrı'sından bulsun."
"Yanımda olman, yüzüme öpücük kondururken yanaklarıma bulaşan rujun bile bana öyle güç veriyor ki. Öpmesen bile olur. Sen kardeşlerimi koklayarak öperken bile ben senden güç alıyorum. Yaralarımı sarıyorum. Yeter ki vâr ol."
"Canım! Ben seni böyle görmeye katlanamı..."
Annem sözünü bitirmeden ortalıkta mermiler uçuşmaya başladı. Yeryüzümüze kan kusan bulutlar bütün öfkesini toprağı delerek çıkartıyordu bizden. Annem yorgunluğuna yenik düştü yığıldı yere. Toprak kandan beslediği tütün kolanyasını sardı vücuduna. Diz üstü çöktüm. İnatlarıma kurban gitmesin diye endişeyle beklemeye başladım. Başaklar ayaklarıma, kollarıma sarıldı. Nihayet avucuma birşeyler verdi. Urgan ve orak... Üstündeki toprağı silkeledim önce. Ben toprakları silkeledikçe annem kımıldanmaya başlıyordu. Bir kız çocuğu için en büyük mürşit ana bildiği koca yürekli kadınlardır. Onlar hem aşkın hakikatini, hem adaletin mülki temellerini en iyi savcılardan daha yetkin anlatırdı evlatlarına. Bir profesörün yıllarca uğrunda kitap yazdığı savları bir davranış ile öğretirdi cümle aleme. 

"Ah... Annem, haydi uyan ve birlikte daha güzel tohumlar ekelim şuraya. Hem makasın kime ait olduğunu da öğreniriz." Toprak annemi iyice kuşattı. O güzel ela gözleri toprakla eş renk oldu açıldı. 
"Kızım, ben şahidim ki sen masumsun. Kendini affet. Bırak Tanrı ona versin cezasını."
"Haydi gel anne, bak ne güzel kocaman bir tarladayız. Sen seversin organik yaşam işlerini. Hem buğdayımız da var..."
"Anlıyorum ki artık benim görevim burada sonlanıyor kınalı kuzum."
"Hâlbuki daha yeni başlamıştık..."
"Çok uzaklarda olmayacağım."
"Sensizliğe dayanamam."
"Ben hep sendeyim, sen de hep bendesin. Sen hem bensin hem de dünyasın güzel kızım. Affet beni, seni yarım bıraktım."
"Hakkını helal et melek..."
"Asıl sen..."

Annemin gözleri binbir nazla kapanmış ve bir daha asla açılmayacak gencecik gül yongası gibi mühürlendi. İki ince mil oldu durdu zaman sanki. Toprak bağrına bastı bu ulu kadını. Gördüklerime inanamıyordum. Ellerimin arasından kayıp gitmişti o güzel yürekli hatun kişi. 

Nereden geldiğini bilmediğim bir kuvvet tuttu ensemden, ayaklarımın üzerine basayım diye beni gökten yere fırlattı o an. Başımdaki prenses tacı düşmüştü artık. Sade, kendi halinde tarlasında ekin ekmesi gereken basit bir kadına dönüştüm şimdi. Onsuzluğun mahsulleri bereket olup dünyanın yüreğine yağacak.

Urganımı ve orağımı vurdum sırtıma. Makasın göründüğü yere doğru emin adımlarla yürümeye başladım. Yaklaştıkça insan suretleri belirmeye başladı o çorak meydanda. Gözlerinden ateş çıkartan ateşbazlar. Ağzında yılan taşıyabilen büyücü adamlar. İnsanı ürkütecek işler çeviren savaşçı iri yiğitler. Kızını omzuna çıkarmış köylü babalar. Az ileride cenk eden kadınlar. Ok atan, mızrak kullanan, haminnelerin elinden biçki dikiş öğrenen genç kızlar da vardı. Aman Tanrım bu dünya nereden çıkıp gelmişti yüreğimin mezarlığına? Kim beslemişti bu karakterleri çorak topraklarda? Hayat mücadelesini nasıl kazanmışlardı, ne yapmış da yaşamı böylesine güzel  tutup kavramışlardı?..

Sırtımdaki urgana ve orağa iyice sahip çıktım. Tedbirsiz iletişim olmaz demiştir hep annem. 
"Hû! Teyzecim, ne yapıyorsunuz siz burada?"
"Tanımadım seni? Sırtındaki de nedir yolcu? Savaşa mı geldin barışa mı? Sevmeye mi geldin sövmeye mi? Ekmeye mi geldin biçmeye mi?"
"Bulmaya geldim. Var mıdır bulduracak gücün? "
"Bulmak istedin miydi karşında dağ olsa delersin. Benden bekleme kendin bul. Burası biat kapısı değildir."

İleriye doğru yürümeye devam ettim. Makasa gittikçe daha çok yaklaşıyordum. Ben yaklaştıkça ardımda bıraktığım bilge kadının sesi kulağımın içinden yankı yapar oldu. Makas geldi beni buldu, ben gittim makasa talip oldum. Önce kesti biçti beni dirençsiz kağıt parçaları gibi. Bütün yaralarım kurudu. Urganım sırtımdan düştü. Orak toprağa saplandı. Orağı almaya meylettim deminki teyze ilişti yanıma dirseğımden kavradı.
"Bak hele suratıma!"
"Baktım!"
"Burada aklını da gönlünü de ihmal etmeyeceksin. Birini birine tercih edersen bu beldeden kovulmakla kalmazsın, kendinden de kovulur öyle yargılanırsın. Biat etmeye niyetliysen seni yaban bırakırız bunu da bilesin. Elindeki orak ve urgan ile istediğini yapmakta serbestsin..."
"Çakır Hatun!.. Çakır Hatun!.."
"Efendim, Huzur Ata?"
"Şu topraklara bir avuç buğday eksek ne güzel olur. Kış gelmeden ambarı doldurmak gerek. Keşke biri el atsa şu işe, bizim oğlanlardan 20 kişilik bir ekip var hazırda ama pek beceriksizler, senin ekipten usul gösterek kimse yok mudur?" 
"Bizimkilerin yarısı güney sınırında. Diğer yarısı hazırlıkta. Ben de şimdi Akuçum'la sınıra teftişe gideceğim . Yapa yapa öğrenirler."
"Senin atın nalları daha yeni değişmemiş miydi?"
"Yok yok, oldu bayağı, topladı kendini. Şimdi bir uçum gideriz."
"Dikkatli ol kızım."
"Belki geliriz, belki gelmeyiz Huzur Ata."
"Uğur olsun evladım."
"Uğur olsun."

Demek adı Çakır'mış. Masmavi gözleriyle atına atlayıp uçtu bilge kadın. Kalakaldım oracıkta. Huzur Ata karşımda, sessiz sessiz yanına yaklaştım. 
"Ben biliyorum. Ekiple birlikte çalışır eker biçeriz buraları kısa zamanda."
"Yaşa!.. Gelirler şimdi."
"Bekliyorum, yalnız, biraz ekin gerek. Heybemde hiç kalmamış."
"Oğlanlarla gönderirim."

Az sonra on kadar oğlan geldi emrime. İpe dizilen tesbih taneleri gibi ardı ardına geldi hepsi. Ektik ekinleri, orak bir yana ben bir yana savruldum en son. Yorgunluktan kırılıyorduk hepimiz. Dinlenceye çekildik. Güneş bakmak üzere. Ufuk çizgisi turuncuya çalıyordu artık. Uykuya daldım. Neden sonra bir kabusla uyandım. Elleri bağlı  denizin derinliklerine gömülmüştüm annen tuttu çıkarmak istedi ama başaramadı. Huzur Ata ile Çakır Hatun belirdi birden, ortalık yangın yeri... Huzur Ata, Çakır Hatun'un eline bir ok tutuşturdu. Çakır Hatun delici bakışlarıyla nişan aldı ve beni okuyla vurdu. Öldüm mü uyandım mı anlamadım. Bir de baktım ki obamızda yabanî adamlar vardı. Çadırlarımızı birer birer taciz ediyorlar. Koştum hakim bir tepeye geçtim. Yerde, unutulmuş okları birer birer fırlattım düşmanın kalbine. Ben attıkça gök açılıyor daha çok atayım diye yol veriyordu. Bir kağıt nasıl yırtılırsa aynı öyle, oklarımla yeni bir destanı düşmanın kabusu diye yazıyordum. Okudukça yaralanıyorlardı. Ben yazdıkça da yırtılıyordu ezber nüshaları teker teker. Nihayet son düşman da düştü yere. Ne olur ne olmaz diye belime sardığım urgana bayrak niyetine bir bez bağladım. Elimdeki son oka gerdim bayrağı. Tepenin başında sallandı okuduğum tüm ağıtlar, maniler, yaktığım türküler... Huzur Ata geldi yanıma,
"Hangi yiğit ananın kızısın sen?"
"Öksüzüm ben. Kimliğimin önemi var mı? Çakır Kız deyiver işte, Huzur Ata."

2 Aralık 2018 Pazar

Bir adamı idam etmek

 Bir adamı idam etmek

 Loş ışığın altındayız. Göz, gözü görmüyor. Elimde bir kağıt ve kırmızı dolma kalemim. Karşımda ihtiyarlar heyetim. Yüreğimde kurulmuş sandığı çıkarıp bırakıyorum orta yere. İçinden kahverengi ekoseli piknik örtüsü çıkıyor. Heyetin en kıdemlisi şaşırıyor. 
'Bunu mu saklıyorsun delil diye?'
'Hayır.'
'O zaman hepsini dök.'
'Şurada, saçımı başımı dağıtan çiçek tomurcukları.'
'Biraz daha saçmalarsan toplantıyı bitireceğiz.'
'Son birşey daha var.' 
'Nedir?' 
'Elinizi uzatın lütfen.'

 Heyetin en yaşlı üyesi uzattı elini avucuma bıraktı. 
'Hazır mısınız?'
'Evet.'
'Elinizi beynime doğru uzatın.'
'İyi misin?'
'Lütfen dediğimi yapın.'

 Elini beynime doğru uzattıkça başım dönüyordu. Gözlerimde haleler belirmeye başladı. Olayın akışını görüyorduk hep birlikte. Ne varsa ortadaydı artık.  Gizli saklı kalmamıştı. 

 Odanın duvarları yıkıldı. Sandığımın kapağı esen rüzgârla beraber uçtu. Ona gitti. Heyetin içinden biri:
'Yüreğin yanıyor.' Dedi
'Rüzgar diner şimdi, o da söner.' Dedi diğeri. 

 Yanaklarımdan sızan kara yaşlar ateşin körüğü oldu. Alevler duvarları az önce yıkılan odanın içini bir anda sardı. İnsanlara dokunmadan, nerede bir nesne varsa onu yaktı kül etti. Gözlerimin durmasıyla alevler yüreğimden çekildi. Odadakiler çoktan artık durmayacak bu yangına tanık olmuştu.

 Gökler ve dört yön birbirine katıldı. Dünyanın dönüşünü kulaklarımda duyuyordum. Önce sağ kulağımdan geçiyor dudaklarımı sıyırarak sol kulağıma ulaşıyor. Boynumun sol tarafına küçükten çarpıyor ve sağdan dönerken virajı alamayarak kaza yapıyor. 

 Her şeyin alt üst olduğunu görmek için başka delil aramadı heyet. Her yer birbirine girmişti. Uzaklardan çirkin bir adam yaklaşmaya başladı. Yanıma geldi. Kolumdan tuttu.
'Seni çok merak ettim. İyi misin?'
'Çok uzakta değildim.'
'Korktum.'
'Anlamadım.'
'Talihsizlikler oldu. Ancak yanına gelebildim.'
'Sence de geç değil mi?'
'Öyle mi?'
'Düşün istersen.'

 Az önce yıkılan duvarlar etrafıma dikildi. Bir kapıyla beraber. Esen rüzgar anahtarını avuçlarıma bıraktı. Kapı çaldı. Çirkin adamın yüzü anahtarda belirdi. Bir uğultu geldi kulağıma, dünyanın dönüşünü andırıyordu.
'Lütfen, izin ver geleyim yanına.'

 Anahtarı avuçlarıma bırakan rüzgar burnumun ucunda bekliyordu şimdi. Anahtarı rüzgara teslim ettim. Sırtımı dönüp her şeyi geride bıraktım. Heyet ne yaptı bilmiyorum. Çiçek tomurcuklarını miras bırakan bence çoktan idam edilmişti zaten.

1 Aralık 2018 Cumartesi

Pamuk Hatun'un Töresi


'Dizleri üzerine çökmüş bir harabeyim. Haramîlere savaş açmak töreden midir?' 

 Yıkıntılarımda yankılanan bu ezgi töreden sana hediyedir.

 Bu akşam bir kere daha kırıldı kalbim. Ayna kırıklarıyla şarkımı söylerken bir kere daha büktüm boynumu. Yarin zülfüne vardığında titreyen ellerini ve duran kalbini de biliyorum. Zamanı durdurmak için dua ettiğini de... Sen de biliyorsun, verilmemiş sözlerin hafifliği ile uzaklar göründüğünde uçup gittiğini. Henüz şahadet etmeden gittin, bunu da biliyorsun. İşte o gün itibarıyla ben, daha aylardan Haziran'dı ama bir çınarın yaprakları gibi dökülür oldum. Saçlarımın yeni töresi oldu sararıp solmak. Hani o gün gözlerini beynine dikerek bir of çekmiştin. Şimdi kapkara bir yürek var avuçlarımda. Kül olmuş solgun saçlarım bir pervanenin kanatları gibi. 

 Notalar verildi. Yüreğimin içine yerleşti. Orkestra kurdum hıçkırıklardan. Her yeni notada detone oldum. Bir türlü doğruyu bulamıyorum. Senin adın doğru olan yanıt mı? Senin adın ne? Doğru mu, Yanlış mı? Doğuş mu? Yanış mı? 

 Defterimin yaprağına kara mühür vurdum. Kar taneleri kadar sudan ve pamuktan, nokta kadar kurşundan, mim kadar benden, biraz da senden. 'Pamuk çok kırılgan birşeydir.' demiştim hatırlarsan. Sakın! Sorma pamuktan kasıt neydi? Yanıt da verememiştin hani... Söyle bakalım, yanacak yüreğin var mı ki yanıt verebilesin? 

 Susuyorsun. Her geçen gün içine çöken bu kara deliğin sahibi kim? Bu kara deliğe bütün varlık birden çökerse, yani yüreğimin tam ortası bir kara delik kesilirse seni yok edebilir miyim? Yani, süveyda seni yok ederse eğer yok olabilir misin? 

 Aramızdaki tek bağın ondan ibaret olduğunu ileri sürerek ürettiğin bu bahane neden bakış olup deliyor ciğerimi? Hal bu ki, dilini de kan revan içinde bırakan sarmaşık değil mi? 

 Benim bu yangının ortasında yapayalnız olduğumu, yıkıntıların arasındaki yankılarımı görebiliyor musun? Yoksa bunlar sana bir türkünün melodileri gibi mi geliyor? Sana dair her şeyi salıverdiğim gün küçücük dünyanda belki bu çığlık yırtmıştır kulaklarını. Yani sen çınarın dallarından tutmadın diye kendimi hapsettiğim bu yangın kulaklarına dolan yankılarla tutuştu. Hıçkırıklarımdan dizdiğin o tesbihi tutuşturdun elime. Konuş, bir tesbih kaç ele tutuşturulur? Bu soru hepimize, büsbütün o kesilmiş midir hıçkırıklar? 

 Geceyi yaran ayrılık türküleri yaraladı mı seni de? O gün onca yolu kim için teptin? Hem de Mayıs ortalarında. Yeniden doğmak mıydı niyetin yoksa kendine verdiğin bir ödül müydü?.. Saçlarımı tarayan ellerin hangi benden neyi almak istedi? Ar şişesini taşa çalmak istedin ama izin vermemişti Pamuk Hatun. Hatırlıyorsun değil mi? 

 İşte savaş fermanını biz orada mühürlemiştik. Er meydanında ilk isyan damgasını vuran ben olmuştum. Sonra o meydan aşk oldu, söz oldu, gül oldu ve nihayet küle döndü. Erkek çocuklarına vaktiyle bolca dayak atmış bir kadından ne bekliyordun? Bil ki, bu savaşın gülleleri türkülerdir. Bu savaşın muhbiri sözcüklerdir.

Pamuk Hatun

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...