16 Aralık 2018 Pazar

Ata yadigarı

Huzur Ata ellerimden tuttu.  
"Ciğerim yanıyor kızım, yıllar oldu ama yine de yanıyor." der gibi baktı gözlerime. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Yutkundum, sessiz sessiz dinlemeye koyuldum. Her kelimeyle yeni bir bağ kuruldu Huzur Ata ile aramızda. Denizciler halatlara düğümler atıyordu sanki. Kuvvet üstüne kuvvet, bağ üstüne bağ kurduk. O kısacık an tüm zamanı bünyesine hapsetmişti. Yüreğimden ince ince akan kanlar belirmeye başladı. Bana öncesinde taşıdığım yaralara hem çok benzeyen hem de onların yanında oldukça iri yarı ve daha acılı duran yeni yaralar armağan etti. 

Gözlerine bakan derdi ki, bu koca adam, asla ihtiyarlamamıştır. Yüzünün kırmızılığı kan akışının hızındandır, delikanlılığındandır. Kimse tahmin edemezdi uzaktan bakmayla sırtı yaralarla dolu bilge bir kartal olduğunu. Yüreğinin içinde dumanı tüten volkanlar taşıdığını, gözlerinde bir okyanusun tsunamisiyle gezdiğini kim nasıl anlasın o ağzını açıp anlatmadıkça? 


İşte, ben de bilmiyordum bu kadar incinmiş olduğunu. Ne de olsa adı Huzur'du, kursağında biriktirdiği feryat yumaklarının saçılışını izlerken tüylerim ürpermişti. Öyle ki, 

"Zor günler yaşadım." demek ister gibiydi her cümlenin ardından, 
"Çok incindim, kırıldım, beni anlıyor musun?"
"Ne olursun beni anla. Bak çok yorgunum. Gör halimi." 
"Burada güçlü duran bir Huzur adam var ama Huzur olmak için de depremin yıkıntılarında mahsur kalmak gerekiyor." der gibiydi,
"Derdime ortak ol güzel kızım. Yanımda ol."
"Bak benim masumiyetim burada. İncinmişliğim de şurada." diyecek, elini yüreğine daldırıp, "Al bak işte hepsi bu." diye göstermeye kalkacak sandım. 

O an gökyüzünden aşağıya kara yağmur damlaları indi, yüreğimde toplandı. Yüreğim taştı bedenimi sardı. Kara yağmurun sularında boğuldum. Bunlar belki asit yağmurlarıydı. Gök kızmıştı besbelli. Olanların ağırlığı ayaklarıma bağlanmış gam kayaları oldu. Dibe doğru çöküyordum. Huzur Ata'nın sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Denizimin dibine vurdum. Ayaklarımın bağını çözmek istedim. Huzur Ata belirdi yanımda.
"Ama..." dedim
"Kızım, ayağını çözsen de çıkamazsın buradan."
"Neden?"
"Yürekte büyütülen sabır taşı ayağındakinden kat kat daha ağır."
"Söküp atamaz mıyız Huzur Ata?"
"Artık, sırrı sana da açtım. Sırrı paylaştığım insanların yüreğindeki sabır taşına dokunmam mümkün değil."
"Bunu ben talep ettim."
"Canın yanıyor mu?"
"Evet."
"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."
"Şimdi biz bu denizin dibinde ne yapacağız Huzur Ata?"
"Kendini keşfedeceksin kızım."
"Bu kadar derindeyken mi?
"Evet, en dibe inmeden yukarıya çıkmayı öğrenemezsin."

Yüzerek epey ilerledim. Kanayan deniz analarıyla, tutuşmuş yanan uskumrularla karşılaştım yol boyunca. Feryatların yankıları doluştu kulağıma. Kimin inilemesiydi bu daha anlayamamıştım. 
"Ciğeri yanmayan insan mı var?" dedi Huzur Ata.
Deniz analarının kanları uskumruların oduna körük oldu. Alevler bütün denizimi kapladı. Kısa sürede bütün deniz küle döndü. Huzur Ata ve ben de yangında kül olduk. Küllerimiz bir oldu yeniden doğduk. Bu doğuşta iki bedende tek can taşıdık. Artık Huzur'un tsunamisi ile yok olmuştum. Dedelerin torunlarına, babaların kızlarına miras bıraktığı gibi o da bana büyük bir acıyı miras bırakmıştı. Küllerimizden yeniden doğduğumuz yer ucu bucağı olmayan bir mezarlıktı. Mezar taşlarının kime ait olduğu belli olmuyordu. Bütün yazılar silinmişti. Mezarların bir tanesi kristal gibiydi. Sanki yüzyıllar boyunca bir usta tarafından parlatılmıştı. Karanlık olduğu için siyah gibi görünüyordu. Bizim geleceğimizi öğrenince hizmetini gören kadınlara süsletmiş kendini. Üzerinde krem renk eşarplar uçuşuyordu. Biz yaklaştıkça koyulaştılar. Yasın rengine büründüler. Huzur Ata önden ben arkadan mezara yaklaşıyorduk. 

Gariptir onun kayarcasına geçtiği yer birden beni içine doğru çeken bataklık oluverdi. Huzur Ata nasıl olmuş da benim saplandığım bataklığa çekilmemişti? Bataklığın dibinde bana kara giysiler giydirildi. Ellerime bir çello tutuşturuldu. 

"Huzur Ata Türk müziği sever, çello vermeseniz?" dediğimde bataklıktaki sazlıklar suratıma bir tokat attı. Beni yukarıya çıkardı kurbağalar. Her zaman prens olmazlarmış demek... Kendimi Huzur Ata'nın dua okuduğu mezarlığın dibinde buldum. Çello ile sarılmış öylece kalakalmıştım. Huzur Ata'nın mırıldanışlarıyla çellonun telleri hareket etmeye başladı. Esen rüzgar yay oldu, notaları akort etti. Huzur Ata ellerimden tuttu. Yerden kaldırdı beni. Mezar taşında belli belirsiz bir ad yazıyordu. İlhan...  Huzur Ata gözlerime bakıyor. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Bayburtlu Zihni'den bir şiir okuyor bana. 

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı 
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda bulsam ben o maralı

Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali 
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı

Laleyi sümbülü gülü har almış

Zevk ü şavk ehlini ahu zar almış 
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dert elinden her zaman ağlar

Sordum ki bağ ağlar bağ u ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı

Huzur Ata şiir bittiğinde derin bir nefes aldı. Sonra uçtu, gökte ay oldu. Aydınlattı yüreğimi, çelloyu yerden kaldırdım. Tıpkı Huzur Ata'nın beni yerden kaldırması gibi... Doğrulttum ve iki bacağım arasına yerleştirdim. Yayı sürmeye başladım tellere. Rüzgar esti, yardım etti notaları çıkarmama, sesimi uzaklara duyurmama. Bir şarkı iki şarkı derken gökten bir ses geldi.

"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...