23 Şubat 2019 Cumartesi

Hangi renk?

Boğazımda dört tane düğüm, beşincisi sensin.

Huzur anayla bakışıyoruz. "Yani fedai mi arıyorlar?" Diyorum. Kendimi sorgusuz sualsiz nasıl bırakayım gözlerindeki hafif şehla ışıltıya? Balık dediğin, denizinin en sakin olduğu zamanlarda bile bir yolunu bulur ve akıntıya sürer kendini bir girdabın içinde kaybolmak, ölmek pahasına. Şimdi adına huzur dedikleri pırıltılı gözlerden bana bir çıkış kapısı açılıyor. Yalnız bu yeni durak eskisinden daha dalgalı bir denize de açılabilir... Hem zaten suyun tokatlarına göğüs geremeyen nasıl hayatta kalabilir? Aklını kiraya vermek yaşamak mıdır sanki? İmam elinde meyyit diyorlar, belki de meyyit elindedir imam olamaz mı? Kendini kaybedince, ağzında başkasından kopyalanmış cümlelerle ne kadar iyi bir derviş olabiliriz? Vereceğimiz en büyük sınav da kendi meyyitlerimizi öldürmek değil mi?

Hikmeti bir insanın bedenine hapsetmek midir aşk? Anlamlandırma tek kişilik bir oyun mudur? Biri düşünür ve gerisi taklit eder, öyle mi?.. İstemezler öyle tek kişilik oyunu, ne de izlerler benden demesi. Alan açtıkça türeyebiliriz bu işler böyle diyor büyükler.

Söyler misin Huzur Ana, ayağını yere basarken hem bu kadar zarif hem bu kadar güçlü olmak sadece sana mı özel? Yoksa bize de bu halden bir parça bulaşır mı?

Rüzgarda savrulan bir uçurtma ne kadar da özgür görünüyor, değil mi? Çocukken uçurtma olmak isterdik ben ve bir iki arkadaşım. Onlar gerçekten ister miydi bilmiyorum ama ben çok isterdim ne yalan söyleyeyim. Şöyle sorgusuz sualsiz kendini bırakacaksın esen rüzgara sonra Allah ne dediyse oraya gideceksin. Hiç tercih hakkın yok, olana boyun eğip uslu çocuk olursan Tanrı seni küçük dağların meliki bile yapabilir, prenses. Okul bahçesinin arka kapısından çıkınca boş bir arazi vardı, bir gün kocaman uçurtmalar uçuran insanlarla karşılaşmıştık. Aman tanrım, ne kadar da özgür görünüyorlardı. Halbuki ipler, ayakları yere sağlam basabilen, elleriyle uçurtmayı yönlendirebilen bir beynin elindeydi. Hikmet insanları kuklaya çevirmek için uydurulmuş bir zırva değil, değil mi Huzur Ana? Yüzümdeki çizgilerden anlayabiliyor musun içimdeki kargaşayı?

Sana bir mektup güvercini göndereceğim. Söyler misin, neden asalaklar gibi yaşamak zorunda bir takım insanlar? Bir güvercin gibi olamaz mıyım?.. Mantarlardan uzak bir yaşam süremez miyim? "Balık kızım..." deyip saçımı okşayacaksın belki... Biliyorum, balıklar uçamaz. Göklerde değil derinlerde bir yerlerde benim yuvam. Yüreği olmayanın erişemeyeceği kadar güvendeyim. Basıncın en yüksek olduğu yerde. Gelmek isteyenin önce ciddi bir baskıyla yıldırma siyasetine maruz kalacağı ortada. Evet, uçamam ancak yüzebilirim, biliyorum sen uskumruları da çok seversin, pek de yakıştırırsın bana.

Hiç de sormuyorsun, denizin dibinden güvercine nasıl vereceksin mektubu, diye?.. Senin gözlerine doğru bir tsunami dalgası geliyordu, "Ya Hak..." dedim daldım içine. Bir de baktım ki yüzmesem de beni getiriyor sana. "Heh..." dedim "İşte bu!.. Artık kesin güvercin oldum!" Bir de ne göreyim, sular senin olduğun kıyıdan çok uzağa fırlatmış beni. Hıçkırmışım bir iki, deniz köpürmüş. Biraz azarlıyorum kendimi bunun üzerine, "Neden kendini teslim ediyorsun serseri sulara?" Evet Huzur Ana, balıkları senden uzağa fırlatan serseriler mi? Yoksa balıkların akılsızlıkları mı?

Bu sefer yola çıkmadan önce aklımı başıma devşiriyorum. Güven denen şeyi yerle bir ediyorum sana gelirken. Huzurun adresi güncellenmiştir belki. Google'dan bakmak lazım... Ne diyorduk, güvenmiyoruz denizlere, dalgalara. Tıpkı kalkanlarımın etrafımı sardığı bu yuvadaki gibi, tüm algılarım açık vaziyette geliyorum. Başkasından devşirilmiş cümlelerle değil, kendi sözcüklerimin kurduğu yeni bir dünya ile...

Kulaklarımda şiddetli bir ağrı hissediyorum, kafamı yastıktan kaldırırken. Her yerim yosun kokusu. Çocukken mavi taşlı altın küpelerim vardı. Komşumuzun kızında da aynının yeşil olanı... Şimdi de bir sürü küpe kullanıyorum. Bazen kayboluyor çiftleri tek kalıyorlar, bazen taşları düşüyor eksiliyorlar, buçuklaşıyorlar. Şimdi de mavi taşlı küpelerim var, hem de takılı... Ama öyle bir ağrı var ki sanki birisi kulağımı ikiye katlamış da kafa tasımdan ayırırcasına çekmiş. Ayna duruyor az ileride. Alıp bakıyorum kendime, bir de ne göreyim?.. Kulağıma küpeler takmış Huzur Ana. Taşları mavi değil. Bana yeni renkler hediye etmiş. "Bir de huzurun renginden bak." demiş sanki.

Bu da kulağıma küpe olsun.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Düşkünler Mezarlığı: Çığlık

Gömleğimin bir kısmı tel örgülere, geri kalanı da sırtıma öylece asılı kaldı. Pek şaşırmadım aslını ararsan çünkü tıpkı bir erkeğin elleri gibi dokunuyordu, hoyrat ve düşüncesiz. Tel örgüler sırtıma sarıldı, enseme ve omuzlarımın yakınlarına küçük öpücükler kondurdu. Tenim kızıla boyandı. Elleriyle tişörtümün geriye kalan kısımlarından içeriye sokulmayı denedi. Ben "Ne mana?!" diye çıkışırken neye uğradığını şaşırdı ve aklındaki karmaşayla kendini geriye çekti. İleriye doğru atıldım, zaman ısırganlarının arasına... Otobanın kenarında yığıldım. Mum ile pervanenin birbirine düşüşü gibi yani ama küle dönmeden kaçmak gerekiyor, değil mi? Zaten geriye bakmadım pek, ne de olsa rüzgar bütün yoğunluğuyla iliklerime işliyor, derince bir yalnızlık kuyusunun dibine doğru çekiyordu beni.

Her şey yolunda gidiyormuş gibi gülümsüyoruz. Buna mecburuz biliyorsun. Sen sigarandan yeni bir nefes alıyorsun, dumanı çıkarken yüreğinin bacasından, "Seviyorum işte seviyorum hala anlayamadın mı?" kabilinde bir soru soruyorsun, hem duyuyorum seni hem duymuyorum. Hem görüyorum yangınlarını hem görmezden geliyorum. Hem gülümsüyorum, şu arada yanında gördüğüm kıza olan merakından bahsediyorsun zannedip, hem yüzümdeki bütün kasları somurtmaya zorluyorum. Şahit olursam daha kötülerine gebe kalırız diye köşeme çekildim, durup duruyorum olduğum yerde. Elbette zor geliyor bana da çünkü nefisten arınmış bir sevgi için yalnızlık çekilir çile olmuyor. 

Bir gün düşkünler mezarlığında yalnız başıma geziyordum. Yine aklımda tel örgülerin dokunuşları vardı. Ellerim saçıma gitti bir an, şakaklarımda derin bir ağrı gezindi, ense kökümde omurgamla buluştu. Sen, anlayabilir misin her zikirde yeniden ölmeyi ve yeniden doğmayı saniyeler içinde? Anlayabilseydin yanımda olurdun zaten, değil mi? Korkaklar gibi kabanımın yerini değiştirmekle bana ulaşabileceğini sanmazdın. Dolaylı yoldan değil doğrudan gelebilecek cesareti bulurdun kendinde belki şu yüreğindeki duygu cümbüşü olmasaydı. Ben gözlerinden ta kalbine kadar görebilirim seni, her santimini tahlil edebilirim ama sende bu tahlili dinleyebilecek yürek var mı? Yok, asla düşmanımsın demiyorum sana. Dürüst ol yeter bana, gönlünün seslerini örtmeye çalışırken bana yalan söyleme, ne dilinle ne de halinle. Baktığımda anlıyorum çünkü gizlemeye çalıştığın her ayrıntıyı. Gözlerini yukarıya, beynine doğru çevirdiğinde ne demek istediğini, kaçışlarını, utanışlarını, gidişlerini, gelmek isteyişlerini.

Şimdilerde aklında başkalarının var olduğuna ihtimal vermek bile yorucu geliyor. Yalnız duruyorsun gerçi, bir ayağınla bana geliyorsun ama diğer ayağının sabit olmadığı da ortada. Başkalarının arkasına sığınıyorsun, yüreğindeki korkudan. Cesaretini senden alan benim pençelerimdi çünkü başka türlü kendine hapsolamaz bir kadın. Alabileceğimiz en kesin önlemdir, erkeğimizin yüreğindeki cesareti hançerlemek. Elbette aynı anda kendi umutlarımıza da bir harekat düzenleriz. Sevildiğimizi hissettiğimizde, mutluluktan korktuğumuzdan, geçmişin karabasanları üzerimize çöktüğünden yaparız bunları. Ruhu bir erkek tarafından sarsılmış küçük bir kız çocuğu büyüdüğünde de asla teslim olamaz, karşısındaki hayatının aşkı bile olsa. Yalın ayak kaçmaya çalışırız, tedbirlerimizi sırtımıza mühimmat olarak yüklenip. Tıpkı bir ülkenin huzurunu kaçıran örgütleri sınır hattından silip atmak için yapılan şafak operasyonları gibi, tam gece güne evrilirken, ufuklar aşkın rengine bürünürken ve ellerimiz tam bağrımıza çökmüş hasret alevlerinin üzerine bir battaniye gibi kapanırken.

Sen hiç alev alev yanan bir ev gördün mü? Ben gördüm. Hem de temellerinden tütüyordu dumanı. En derin yerlerinden başlamış, doğarken yanmış sanki ilk tuğlayı koyarken ustaların sigarasıyla tutuşmuş. O evin dumanları boğazımı düğümler, gözlerimi yaşartır. Odaları labirent olur ruhumu kıstırır. Çıkamam içimden kalırım oracıkta. Küçük bir kız çocuğu görüyorum evin salonunda, uyuyakalmış. Gerçi her gece el ayak çekildiğinde annesi salondaki yatağını hazırlar o küçük kızın. Yılları devirmiş bir çekyatın altından çıkartır yorganı, nevresimleri ve yastığı. Ev dört oda bir salon, küçük kız için bir oda bir salon var sadece. Siyah saçları balık sırtı örülmüş küçük kız, önce evin en geniş ve sessiz odasında, akşam saat sekizi gördü müydü olana bitene gözlerini kapatır. Sabaha kadar derin uykularda rüyaların arasında gezinir. Bir gece evin balkonundan kendini atmaya çalışan ruhlarla savaşır. Annesi baş ucunda bekliyor ki uyansın kızı. Meğer bir karabasan çökmüş de ağzını açıp yardım isteyememiş kimseden. Evi saran çığlıklarıyla gözlerini sonuna kadar açması ve sanki odadaki bütün oksijeni ciğerlerine tepmesi bir olur. Şaşkınlığını ve korkularını annesinin emniyetli sesine teslim eder, "Kızım..." anne kızının soluğunu alır, sinesinde eritir bir buzu suya dönüştürür sanki.

Söyle bakalım, sen hiç alevleri insanın boğazına kadar çıkan bir yangın gördün mü? Şehvetli gecelerinden veya gündüzlerinden arınmış bir yangının varsa göster bana eğer yoksa da bırak beni tek başıma kalabileyim. Çünkü senin erotik şiirlerin karşısında benim yüreğim toy kalır.

Ne bir karabasan gibi savunma mekanizmanı devre dışı bırakmaya niyetim var ne de seni kendime çekmeye. Beni gözlerimden okumaya çalışıyor olacak ki, Faruk Nafiz Çamlıbel'den bir şiir okuyor gözlerime bakarak. Tek eksiği var, yüreğimin üzerine örttüğüm hicap battaniyesini göremeyişi, yangının orta yerinde mahsur kalmış küçük bir kız çocuğunun çığlıklarını duyamayışı.


"Seni ben bekliyorum, göğsüm açık, bağrım açık;Hançer ol, göğsüme saplan; ecel ol, karşıma çık; 
Çalmamış bir gece madem ki felekten gönlüm,Gelecek, bari elinden dilerim gelsin ölüm. 
Toprağın rengi kanımdan kızarırken, yer yer,Uzanıp, sapsarı, son busemi koymazsam eğer  
O benim kalbimi göğsümden ayırmış çeliğe,Gezsin ismim yedi kat gökte bu gün kahpe diye, 
Beni kahretmeden alemde o bigane duruş,Bana sal yalvırırım pençeni ey yırtıcı kuş! 
İşte ben bekliyorum, göğsüm açık, bağrım açık;Hançer ol, göğsüme saplan; ecel ol, karşıma çık." 

14 Şubat 2019 Perşembe

Döngüsellik ve Temsil: Töre'nin dramatiği

Bu yazı 8 Şubat 2019 günü YeniBirlik Gazetesi Kültür&Sanat sayfasında denk geldiğim 'Töre' Leyla Gencer sahnesinde başlıklı haberi okuduktan sonra aklıma düştü. 

"Tiyatro yaşamın ikiziyse eğer, yaşam da sahici tiyatronun ikizidir." Antonin Artaud

"Sevgi çorbası pişiriyorum de, yeter ana. Tuzunu alan kadın gelir. Er gelir, geç gelir ama gelir."
Turgut Özakman/Töre Oyunu/Ana karakteri


Töre doğurganlığın damgasıdır

Töre kelime anlamı itibarıyla türemek sözcüğü ile aynı kaynaktan besleniyor. Türeyiş damgasının bu kelimelerin temsili olduğunu da belirtmek gerekir çünkü töre, türeyiştir. Buna örnek olarak şunu söyleyebilirim, bizim memlekette "Ayşe'nin töremeleri." gibi bir cümle kalıbı kullanılır. Ayşe'den türemiş diğer bütün formlar için geçerli olabilecek bir bağı simgeler. Daha yakından incelersek eğer türemek sadece iki cinsin birleştiği yerden doğmaz diyebiliriz. Birbirini besleyen bütün zıtlıklar döngüye girer ve tıpkı bir DNA zincirinin dizilimi gibi yeni bir biçim meydana getirir. İşte bu yeni biçim hem ondan hem bundan ama ne ondan ne de bundandır çünkü töre nefret ile türeyemeyeceğimizin resmidir. Sevginin ve adaletin damgasıdır. 

Turgut Özakman kimdir?

1930 Ankara doğumludur. Ankara Üniversitesinde Hukuk Fakültesinden 1951 yılında mezun oldu. Mezuniyetin ardından mir müddet avukatlık yaptı daha sonra Köln Üniversitesinde tiyatro eğitimi aldı.Türkiye'ye geldiğinde Devlet Tiyatrosunda dramaturg olarak çalışmaya başladı. TRT'de Merkez
Program Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve Genel Müdürlük görevlerinde bulundu. 1988-1994 arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu'nda üyelik ve Başkan Yardımcılığı yaptı. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2002'de Eskişehir Belediye Başkanlığı tarafından açılan ikinci tiyatroya 'Turgut Özakman Sahnesi' adı verildi. Zeki Alasya ve Metin Akpınar Kabare Tiyatrosunda birçok esere nefes verdi. 2006 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından Üstün Hizmet Ödülüne layık görüldü. 2005 yılında Şu Çılgın Türkler adıyla piyasaya sürülen belgesel-romanı döneme damgasını vurdu. Eser Kurtuluş Savaşı'nı anlatıyordu. Özakman 28 Eylül 2013 günü 83 yaşında vefat etti. Geriye romanlar, tiyatro&sinema senaryoları ve araştırma&inceleme kitapları bıraktı.

Hangi 'Töre' ne anlatıyor?

Devlet Tiyatrosu resmi sitesinde oyun içeriği ile alakalı olarak şu cümleler yer alıyor.
"Töre... Kadını yüceltmek, kan davasını aşağılamak için yazılmış bir oyun." Ölüme karşın yaşamı savunmayı seçen sekiz kadının varoluş öyküsü... Kocalarını toprağa gömmüş, sonrasında da aşkı, hayatı, sevdayı unutmuş, ellerinde silah dolaşan erkekleşmiş kadınların yaşamından bir kesit... Yeniden bahar kuşanmak için direniyorlar... Umudu savunmak için Zühre'nin üstüne titriyorlar... Peki bu karabasan ortamında kim galip gelecek? Töre mi, yoksa aşk mı? 
Devlet Opera ve Balesi tarafından Ankara Leyla Gencer Sahnesinde temsil edilecek olan oyun bir dans tiyatrosu olarak kurgulanmış. Müziklerini Cem İdiz'in hazırladığı oyun 15 Şubat 2019 günü seyircisiyle buluşacak. Devlet Opera ve Balesinde oyunun içeriği ile alakalı olarak bir takım görseller mevcut. Bu görsellerin bir tanesini örnek teşkil etmesi açısından aşağıya link olarak yerleştiriyorum. Töre Dans Tiyatrosu türeyişin töresini anlatmamaktadır. Bilakis köklerimizden gelen zarif töreme anlayışının zıttı bir kültürden bahsetmektedir. Az evvel bahsettiğim töreme döngüselliği bir doğurganlığı ifade etmektedir. Doğurganlık silahla yapılabilecek bir iş midir?
Bu noktada Devlet Tiyatrolarının, yukarıda sizinle paylaştığım, resmi sitelerinde yaptıkları açıklama yazısı ile töre kelimesi arasındaki bağlantıyı medyada kullanıldığı manipülatif anlamıyla ele aldığı anlaşılıyor. Bu durum kasıtlı mıdır? Değil midir? Bilemiyorum. Konuyla alakalı olarak yapılan bir çalışmanın öz kısmını şöylece bırakıyorum. 


"Çalışmada, 1970 sonrası Türk tiyatro edebiyatında, çatışma yaratan bir unsur olarak töreyi ele alan oyunlara yer verilmiştir. Ele alınan bu oyunlar, öz ve biçim açısından dramaturjik incelemeye tabi tutulup tematik ve biçimsel analizleri yapılmıştır. Çalışmamızda, 1970 sonrasında yazılmış töre konulu on iki oyun yer almaktadır. Bu oyunlarda, yazarlarımızın ağırlıklı olarak iki töreyi ele aldıkları görülmektedir. Bunlardan biri kan davası diğeri ise kuma olgusudur. Bu iki töreden başka, birbirinden farklı üç töre daha ele alınmıştır. Bunlar babasından izinsiz aşiret dışında bir erkeğe kaçan kızın ölümle cezalandırılması, bekaret olgusu ve doğum ile ilgili törelerdir. Tüm bu oyunlarda töre, çatışma yaratan bir unsur olarak ele alınıp oyunun merkezine koyulmuştur. İncelenen oyunların, biçim açısından iki gruba ayrıldığı görülmektedir. Bazı yazarlar konularını epik, bazıları ise dramatik üslupta biçimlemektedirler. Bazı yazarlar, ele aldıkları töre konusunu, içinden çıktıkları toplumsal koşullar bağlamında yansıtırken bize özgü imge, simge ve formları kullanarak özü ve biçimi ile kendine özgü ulusal bir tiyatro dili yaratmaktadırlar. İncelenen oyunların tümünde, törelerin sürdürülmesinde çevre faktörünün etkili olduğu vurgulanmaktadır. Bu oyunların bir kısmında törenin bir kader gibi algılanmasına karşı çıkılmakta, kader olmadığı vurgulanmaktadır. Bu oyunlarda, töreden zarar görenlerin daha çok kadınlar olduğu gözlenmektedir. Ancak buna rağmen kadınların bizzat bu töreleri taşıyıp yeni kuşaklara aktardığı görülmektedir. Oyunların çoğunda, törenin karşısına sevgi ile çıkılmakta, sevginin gücüyle törelerin aşılacağına inanılmaktadır."
Olaya türkülerimizden bir pencere açmak isterim. DERDİM ÇOKTUR HANGİSİNE YANAYIM/Pir Sultan ABDAL Şimdi kim inanır Pir Sultan Abdal gibi bir yürek erinin bahsettiklerinin bu oyunda sevdanın önünü tıkayan, anaların ciğerini dağlayan töre(!) olduğuna? Bu nağmelerin arasından kulağımıza fısıldayan derin sancılar illa ki Özakman'ın oyunundan çıkacak ise ve bu oyuna bir isim konacak ise ismi olsa olsa Töre Nine olabilir. Sevgiye, şefkate, adalete yüreğini açmış bir ninenin kendinden türeyen herkesi güzelliğe davet etmesi yani aslında kendine davet etmesi dışında bir yerlerde değildir, bizim töremiz. Töre Nine, daha oyunun açılışında 'Ne zaman sona erecek bu kan yağmuru ey oğul?' diyerek durduğu noktayı yani tekamülün döngüsel töreyişini seyirciye sunuyor. Sözün özü, Özakman'ın burada anlatmak istediği 'Töre kan ve yıkımdır.' temasını eksik kalmış bir önerme olarak görüyorum. Çünkü töre öz itibarıyla yıkımın değil töreyişin yani sevginin ana fikridir diyorum.

Töre nasıl anlatılıyor? 

Oyun 2 perdeden meydana geliyor ve Devlet Tiyatroları resmi sitesinde temsil süresi 1 saat 45 dakika olarak yazıyor. Metne sorulan 5N 1K sorularının 4 tanesine kesin cevap bulabiliyoruz. Bu sorular ne, neden, nasıl ve nerede sorularıdır. Geriye kalan 2 soru yani ne zaman ve kim sorularının cevapları kısmen verilmiştir. Cevaplar belirgin değildir. Bu durum oyunda bir yitiklik duygusu meydana getirir. Toplamda 11 adet kişi vardır. Bunlardan sadece bir tanesi tiplemedir. Geriye kalanlar karakterdir. Tipleme, oyun boyunca çizgisinden hiç şaşmayan, oyunun başında nasılsa sonunda da öyle davranan karakterlere verilen genel addır. Bir tiplemedir Nene, ki zaten yazımız boyunca Töre Nine olarak anacağız. Oyunda bahsi geçen yıkıcılığın töresine(!) dirayetle karşı duran tipleme olarak Nine değişimin başat ögesi olarak işleniyor. Hatta 1985 yılında yazılmış olan bu oyun kadınlara adanmıştır. Değişimin kadınların döngüselliğine bağlı olduğunu bize bir kere daha hatırlatıyor bu durum. Ancak değişimin başlaması için yitikliğin giderilmesi gerektiğine vurgu yapılıyor. Bu yitiklik vurgusunu zamanın belirsizliğinden okuyabiliyoruz. Oyunun girişinde zaman olgusu net ifade edilmemektedir. 1900'ler olarak ifade edilen zaman dilimi oldukça geniştir ve bahsedilen zaman diliminin ilk 45 yılı modernizmin yıllarıdır. Geriye kalan ise postmodern süreç olarak kabul ediliyor. Bu durum yitirilmiş birçok aşk ve değer olduğunu bize vurgular. Bu açıdan Brecht'in Cesaret Ana ve Çocukları oyununu da hatırlatmaktadır ve Brechtyen bir sorgu da taşımaktadır diyebiliriz. Aslında, törenin de öz anlamını yitirdiği manasını çıkarsarsak çok da ileri gitmiş olmayız çünkü umuyoruz ki Özakman da bizler de "kanı kanla yuğmazlar" ata sözünü içten bir kabulle benimsiyoruz. Eser modern döneme ait olmakla beraber karakterlerin kopuşlar ve değişiklikler yaşadıkları gözlenir oyun boyunca. Ruhsal gelgitler, duygular ile mantığın çatışması içerisinde kalan Zühre karakterinde çok açık izlenebilir. Oyun yer yer bir tragedya gibi bizi içine çekerek oyunun bir parçası haline getirirken bazen de tam tersini yaparak izleyiciyi akışın dışına iter. Böylece izleyiciyi kendisiyle hesaplaşabileceği bir döngünün devinimine teslim eder. Oyun metnini okurken zaman zaman kafamı yazılanlardan kaldırarak kendime dönük bir muhasebeye giriştiğimi fark ettim. Özakman oyunda iki zıt tekniği bir arada kullanıyor anladığım kadarıyla. Biri Katarsis diğeri ise Gestus olan bu iki zıt kutup aynı oyunda etkiyi arttırmak amaçlı kullanılıyor. Yazarımızın Almanya'da aldığı tiyatro eğitimini göz önünde bulundurursak kullanılan bu iki zıt tekniğin kendi içerisinde bir döngüye girdiğini ve temsil gücünü arttırdığını anlarız. Bu noktada oyunun deneysel bir tarafı vardır diyebiliriz. Oyundaki hiçbir karakter hayat sevinciyle dolu değildir. Zühre'nin Pır Pır isimli kuşu bile yıllar yılı hiç ötmemiştir. Pır Pır Zühre karakterinin çocukluğunun ve umutlarının temsili olarak karşımıza çıkmaktadır. Ki bu kuşun hayata şakıması için Mustafa'nın gelip Zühre'ye İstanbul'daki anılarını tıpkı bir meddah gibi anlatması gerekir. Mustafa yani delikanlı anlattıkça Pır Pır hayata açılır. Ancak oyunun sonunda da öten Pır Pır Zühre'nin içinde büyüttüğü uyku halindeki umutların Mustafa tarafından uyandırıldıktan sonra her şeyin bir cinayet ile sonlanması ile feryat çığlıklarına dönüşür adeta. Oyunun çağdaş dönem eserleri arasına girdiğini kanıtlayan bir diğer unsur olarak, toplumsal baskıların insanlara aslında hiç istemeyecekleri işler yaptırması örnek verilebilir. Mustafa Töre Nine ve Zühre'ye tıpkı bir kabare tiyatrocusu veya meddah gibi İstanbul anılarından bahsederken Tahir ile Zühre'den dem vurur. Burada Musafa'nın aslında "töre(!) saikiyle" suç işlediği vurgusu yapılır. Mustafa'nın suçsuz olduğu ancak bu cinayet için Mustafa'ya baskı yapan kişilerin yani toplumun kurbanı olduğu, masum yani tahir olduğu anlatılmak istenir. Yine burada bahsedilen töre olgusunun kabare tiyatrosunun geniş mizahı içerisinde bir toplumsal hiciv olarak okunmasına yol açacak veriler bulabilmeyi çok isterdim ancak malesef oyun melodram ile epik tiyatronun sorgulayıcılığı arasında bir döngüde yer alıyor. Tekrar belirtilmesini önemli bulduğum bir detay: Töre kelimesinin anlamı itibarıyla vahşete davetiye çıkartabilecek bir sözcük olamayacağının altını çizmek gerekmektedir. Dolayısıyla oyundaki töre kavramı ironik bir motif değil melodram içerisinde ele alınan dramatik bir imge haline geliyor. Oyunun bitimindeki sahne ile de zaten yazarımızın töreden anladığı ile töre kelimesinin hakikatinin arasında uçurumlar olduğu anlaşılıyor. Zamandaki belirsizliğini yitiklik vurgusu olarak okuduğumuz oyun mekanları belirtmekten  kaçınmamaktadır. Erzurum, Horasan bölgesinde Dadaş olduğunu belirttiği bir aşiretin konağına çeker bütün yıkımı. Bu detay kültürel tarih açısından bize önemli ip uçları vermektedir. Değinilmesi gereken bir diğer nokta da oyundaki hemen hiçbir karakterin ismi yoktur. Yalnız Zühre'nin ismi belirgindir ve Mustafa'nın isminin Mustafa olduğunu metnin ilerleyen sayfalarında öğreniriz. Bir de Mustafa'nın öldürdüğü Yakup ağabey vardır. Bunlar dışındaki isimlendirmeler verilirken toplumsal rollere atıf yapan kelimeler seçilmiştir. Örneğin, hala, kız, nene, delikanlı, büyük gelin, oğul... Karakterlerden isimleri belli olan bu üç kişinin çatışmanın merkezine oturduğunu görüyoruz. Zühre, Yakup'u vuran Mustafa'ya aşıktır. Mustafa ailesinin baskısından dolayı Yakup'u vurmuştur ancak canını kurtarmak için saklandığı "töre"de Zühre'ye aşık olmuştur. Sevdaya kavuşursa toplumsal gerilimi kıracaktır, ki burada oyun bize Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre şiirini hatırlatır. Şiir bir çeşit başkaldırıyı anlatır. Zaten Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil derken Özakman'ın oyununu özetlemektedir. 

Sonuç
Görebildiğim kadarıyla oyun Türk Tiyatrosu için teknik açıdan oldukça olgun. Dramatik örgüsünü bir felaketle sonlandırarak radikal bir anlatım seçen Özakman seyirciyi adeta tokatlamayı hedefleyen yapı kuruyor. Oyunun ele aldığı töre kavramı ile töre kelimesinin kültürel tarihimizdeki yeri ile arasında duran bu çelişkinin düzenlenmesi gerekmektedir. Oyunda yer alan ezgiler hakkında bilgi vermeyen bir metin okudum ben. Eğer Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatrolarının elindeki metinler de bu şekilde ise seçilecek ezgilerdeki farklılık oyunun vurgulamak istediği anlamın dramaturg tarafından yeniden yazılmasına imkan veriyor. Yani oyunun yeniden anlamlandırılması gerekiyor. Son sahnedeki töreyi bozmadım feryatları dolayısıyla töre kelimesinin kültürel tarihteki yerini ıskalayan bir anlatım söz konusu. Böylece oyunun ismi ile alakalı olarak bir çalışma yapılması veyahut dramaturjik çalışmaların töre kavramını yeniden anlayarak yapılması gerekliliği doğmaktadır. Dolayısıyla oyunun temsil gücünün artacağını yapılacak tarih okumalarıyla öngördüğümü belirtmemde fayda var.

Bu yazı değerli ustam Ümit Gülbüz Ceylan Hanımefendi'nin yakın zamanda kaleme aldığı "Töre Oyunu ve Kutadgu Bilig" yazısının bir alt metni olarak algılanmalıdır.




11 Şubat 2019 Pazartesi

Nereye kadar: Fırtına

Efendi kadın diye yere göğe sığdıramıyorlar bazılarımızı. İşte o hüküm sürebilen kuvvetli kadınların elinden tutmayı da çok görür böyleleri. Neden? Güç korkutucu geliyordur belki de. Hem ağız ile kabullenmek hâl ile şahadet etmekten illa ki kolay olacaktır. Durgun bakışlarımızın altında ne fırtınalar kopuyor farkında bile değil bir çoğu. Istırabımızın derinliği diye tarif ediyor bunu Safiye Erol.

Şimdi sana bir soru, bunca şeye nereye kadar katlanabilirim? Seni nereye kadar sevebilirim? Yarım bıraktığın hikayenin sonunu tek başıma nasıl yazabilirim?

Son mesajlarımızı yeşil butonlu haberleşme uygulamasından yazmıştık. Ben yine sarhoş olmuşum belki temmuz ortaları belki ağustos başları. Sana söyleyecek bir yığın gerçeğim var. Hayallerimin gebeliğime sebebiyet verdiklerini belirtmeme gerek yok sanırım. Yalnız, sarhoşum işte, mantığımın tepkiselliğimin on adım gerisinden koşarak geldiğini ancak bir türlü yetişemediğini anlayamıyorum. Sen de muhtemelen farkındaydın son cümlelerini birer Nietzsche aforizması gibi savururken. Ne demiştin 'Kurup kurup bana sarma ve çarpıtma. Ve yazmazsan sevinirim. Bu da son cevabımdı zaten. Haydi eyvallah' Kurup kurup değil de içip içip demek istemişsin de diyememişsin gibi duruyor buradan bakınca. İçkili bir kadına bana bir daha ulaşma sakın demek acımasızca gelmiş de kendinden saklanmışsın gibi sanki.

Bu satırları okurken gözlerimin boşluğa daldığını ve ilk kürtajımı bir gün evvel yaptırdığımı bilemeyeceksin. Yolladığın mesajdan bahsediyorum. İyi ki sana güvenmemişim. Şimdi fıkıhçılar tartışsın kürtaj haram mıdır? Bir erkeğin bütün hayalleri yarıda bırakması helal midir peki? Cevabımı bir ses kaydıyla gönderiyorum. 'Peki' Sakin bir ses hatta biraz uyuşukluk çağrıştırıyor. Yeni uyanmışım, sanki günün ilk mesajıymış da henüz sabah kahvemle ve sigaramla buluşmamışım.

Kadın anne olmak ister diyordum bir gün anneme. Annem durdu düşündü, 'Bazen istemez.' dedi. Hiç anlam verememiştim o gün.

Bu gece senden daha çok uyumalıyım. Hatta üzerime güneşi doğurmalıyım. En öfkeli zamanlarımda, içimden sana küfürler yağdırmak gelirken kendimi susturup 'Niçin böyle düşünüyorsun?' dediğimi hatırlıyorum. Hayır, bu kadar iyi olmamalıydım sana karşı. Ne diyorlardı, ne kadar sopa o kadar havuç ne kadar havuç o kadar sopa değil. Önce sopa, önce sopa! Sen dememişmiydin eğitimde dayak kullanılmalı diye. Al işte sana dayağın da kuyruklusu.

Seni affetmek için bahane bulmaya çalışmayacağım. Senin için fedakarlık etmeyeceğim artık. Hatta anneme ve babama şikayet edeceğim ilk fırsatta. Hayır, artık değil sana hükmetmek hücrelerini temizlemek istiyorum dokunduğun yerlerden. Soluduğun havanın steril olmadığını sürekli kendime hatırlatıyorum. Hem belki elimden gelse maskeyle gezerim sana yaklaşırken.

Saçlarımın yumuşaklığından dem vuruşun, gözlerimi çimene benzetişin aklımdan çıkmayacak. Ee, bir gün olur da sana telefon açarsam önce bakışlarından bahsederim ben de. Kendini şanslı say, hiç yüzmeşmek istemeyeceğin gerçekleri değil bakışlarını konuştuğumuz için. Çünkü eğer hesap sormaya başlarsam cevapların tükenir, manipüle yeteneğin yerle yeksan olur ve son cümle 'Neden bakıyorsun tren miyim ben?' Derim, hiç acımam. Öyle kafanı önüne eğip kaşlarının arasından bakmakla olmuyor bu işler. Arkadaşlarına 'Bana bakıyor mu?' Diye kontrol etmelerini tembihleyişlerini de sismograf gibi algıladığımı kulağına küpe, kafana Demokles kılıcı et.

Senin erkekliğin sana benim fırtınam bana kalsın. Hikayenin sonu nasıl biter bilmiyorum. Mutlu, mutsuz, sonlu, sonsuz, yerli, yersiz, dürüst veya yalancı seçim iki dudağımızın arasında. Ömür boyu mış gibi yapmak mı yoksa bir rüzgarın savurganlığıyla her şeye bir dur demek mi?

Ne diyorduk, senin dinin...
Yok o değildi.

6 Şubat 2019 Çarşamba

Tek kişilik tiyatro: Tufan

Ormanın bittiği yerdeyiz. Seyrekliğiyle insanı hayrete düşürecek ağaçlar serpilmiş yolun kenarına. Gövdeye yapışık duran papatya mimoza kırması çiçekler var minik minik, yere serdiğimiz kareli kahverengi örtüyü hafifçe yukarıya kaldırıyorlar. Örtü utanıyor, aşağı doğru bükülmeye çalışıyor çiçekler seviniyor göğe doğru yükselmeyi deniyor.

Ne diyorlardı buna? Dikotomi miydi? Ying yang mıydı? Yok yok başka bir adı olmalı bunun.

Benim ağzım laf çevirmez biliyorsun, sen bul işte buna bir isim.

Zirveye çok az kalmıştı. O kadar yukarıya yükselmiştik ki neredeyse deniz seviyesindeki sıcaklığın 1 derece altına inmiştik. 200 metrede 1 derece miydi? Ne dersin?.. Zaten boğazdaki en küçük adaydı ayaklarımın altında duran yer.

Gitmeye saniyeler kala son bir kez sarılıyoruz. Benim tek ayağım havada düşecek gibi yapıp sıyrılıyorum senden. Kokumu içine çekerken nefesinin kulağımda estirdiği rüzgarı hiç duyamayacaksın. Kollarından ayrılıyorum ama ayaklarım birbirine dolanıyor ellerim hareket yeteneğini kaybediyor ve yokuşlardan aşağıya yuvarlanmaya başlıyorum. Ramazanın bilmem kaçıncı günündeyiz. Etrafta yemek yiyen insanlar var. Açık dükkanların dışarıya dizdiği masaları deviriyorum. Bisikletiyle yukarıya çıkmaya çalışan bir çift sevgiliyi ezip geçiyorum. Gemilerin kalktığı limanı, vapur iskelesini hızla geride bırakıyorum. Kulağıma bir ses doluyor o an "Hiç gelmemeliydik.". Kendimi durdurmaya çalışıyorum ancak nafile denizin dibini boyluyorum. Yosunlar selamlıyor, istavritler ayaklarımı gıdıklıyor, uskumrular çoraplarımı çıkarıyor. Gözlerimi açamıyorum 4 numara miyop olduğumdan, oysa ne güzeldir şimdi denizin dibindekiler. Bir ses kulağıma üflüyor yeniden "Aramıza hoş geldin, bundan sonra senin adın köpek balığını kovalayan çılgın hamsi olsun."

Önce Müslüm'ün ağzından, ardından Şebnem Ferah'ın sesinden dinlediğimiz Sigara parçası ile uyanıyorum bu sabah. Hayır, alarm sesi değil. Yakınlardaki küçük bir giyim mağazası açmış son ses. Uyanmamak için sağır olmak gerekiyor.

Yine rüyamda seni gördüm. Kendimi kendime hapsederek cezalandırdığımı anlatıyordum. Ayrıca bunu daha kaç kere anlatmalıyım sana? Şimdi de bir yanımda okumadığım kitaplar duruyor diğer yanımda yorgun düşmüş insanların yükleri. Kim sahiplenecek bunca derdi? Bir ucundan sen tut diğer ucundan ben... Zaten artık tüm yükü omuzlarıma alabilecek kadar dirayetli değilim.

Dün büyük bir fırtına kopmuştu Marmara'da sadece gereksizlerin boğulduğu ve elbette tüm masumların yüzerek Nuh'un gemisine ulaşabildiği bir tufandı.

Tek kişilik bir tiyatro oyunu yazmak istiyordum halbuki bu cümbüş de nereden çıktı?

Kendime bir sahne kuruyorum. Sadece kendim için... Hiç umut etme bir tek bana ait. Tüm sevdiklerimi demir parmaklıkların ötesine yerleştireceğim. Sonra bütün perdeler kapanacak tıpkı penceremdekiler gibi. Güneş ışıklarının içeriye girmesini engellemek için, küsüp sustuğumuz, Balkanlar'dan gelen soğuk hava dalgalarının aramızda estiği gerçeği kimsenin inkar edemeyeceği boyutta. Çünkü ne sevmeyi ne de terk edebilmeyi becerebildik.

Sabah sabah yine susadım. Mutfağa gittim, büyükçe bir bardaktan su içmek istedim. Bardak ellerimden kaydı, odamın pencereleri kırıldı, içerisi sularla doldu.

Kovalamaca başlasın.

3 Şubat 2019 Pazar

Döngüsellik ve Temsil: Giriş

Başladığın yere geldiysen eğer 'tekamül' başlar.
Dr. Sait Başer

'Döngüsellik' ve 'temsil' olguları üzerinde neredeyse bir aydır zihnen meşguliyet halindeydim. Nihayet 10 Ocak günü yazdığım yazıya yeni bir düzenleme getirecek kadar bilgi biriktirebildim. Ara ara ekranı açıp tek kelime yazmadan kapatmak gibi garip hareketlerde bulunsam da son kertede bu 'ön yazı' ile hep beraber bismillah diyoruz.
(3 Şubat 06.43)

Hipotetik bir deneme
Döngüsellik doğurganlığı simgeler ve temsil döngüseldir. Temsil döngüsel ise doğurgandır dolayısıyla temsil yani doğurganlık tekamülü getirir ve bir düşüncenin tekamül noktası temsildir. Buradan bakarsak 'tekamül' doğurgandır ve doğrusal değildir. Doğurganlığını, düşünceyi yürütürken farkına varmadan başlangıç noktasına çekişine borçludur. Bu başa dönme hali ancak döngüselliğe dahil olmamış bir bilinç tarafından fark edilebilir çünkü döngüselliğin başı ve sonu birdir. Dolayısıyla döngüsellik ve temsil bilincin de düşüncenin de tekamülü olur.

Başlıyoruz
Tarih 10 Ocak 2019, sabah vakti Eminönü'nden kalkar Üsküdar vapurları. Eşlik eden bir  grup 'martı' var. Sert bir rüzgar esiyor. Gök yırtılırcasına... Martılar hiç olmadığı kadar yüksek sesten bağırmaya başlıyor. Kanat çırpışlar sonuçsuz... Havada kalma çabaları boşa çıkıyor. Sağa sola savrulan bir martı vapurdan dışarıya baktığım pencereye çarpıyor. "Dan!.." diye. Ardından martıya ne oluyor bilmiyorum. Beni vapurun penceresinden seyrettiğim 'Kız Kulesi' manzarasından sıyırıp götüren düşünceler yeterli oluyor.

Temsil nedir?
Konuyla alakalı internette gezerken şöyle bir yoruma rastladım. 
"Temsil, düşüncenin akışında kendi devinimini barındırır ve düşüncenin yönünü değiştirir. Düşünce akışını durdurarak bir temsil elde ediyorsun. Temsilin kendisi ise döngüsel bir devinim içinde. Bu döngüsel devinim, düşüncenin yolunu değiştiriyor ve düşünce akışına devam ediyor. Yeni bir durakta, yeni bir temsil beliriyor. Düşüncenin akışı aslında hiç durmuyor, düşüncenin özsel hareketi, düşünceyi durdurarak elde ettiğimi sandığım temsilin döngüsel hareketine geçiyor. Düşüncenin akışını, sürekli devinim halinde olan ve sınırlı zamanda meydana gelen çizgisel hareketini, döngüsel harekete dönüştüren bütün temsiller, aslında kendi içlerinde sürekli dönüşen temsiller barındırırlar, bu döngüsel hareket iç – dış ayrımı yok ederek hangi temsilin hangi temsil içinde olduğunu belirlemeyi imkansız hale getirir. Temsillerin döngüsel olarak devinerek sürekli birbiri içine girmesinin temsili, bilincimin temsilinin kendisidir. Bilincim kendini temsil ederek var oluyor çünkü kendinde şey olarak bilincim kendi kendinin bilincine varamıyor. Bilincim bir süre de olsa var olmaya yazgılı, var olmasını mümkün kılan ise temsil üretme etkinliğidir. Kendi temsilinin içinde sürekli dönüşerek, düşünceyi ya da düşünerek kendi temsilini mümkün kılıyor. Kendi temsilini, kendine temsil ettiği an; kendine çizdiği sınırları sürekli aşıyor, daha ilerisine uzanıyor. Kendini devinimsiz olarak asla temsil edemiyor çünkü buna ulaştığını sandığı an, başka bir devinimi istemsizce başlatmış oluyor. Bu anlamda, bir bilincin noumenon olabilmesi için başka bir bilincin; bu bilincin bilinçsizleştiğini bilmesi lazım. Bu da ancak yaşayan bilincin öldüğünü, bilinçsizleştiğini gözlemekle mümkün." 

Döngüsellik ve doğurganlık
Domestik, 'iç olma' anlamını taşır. Yani çevrelenmiş, mülkiyeti ilan edilmiş yer. Peki, nereye domestik alan diyebiliriz? Bir 'ev'? Peki ama hangi ev?.. Tutsak birinin hapsedildiği bir yer olarak ev?.. Kalbimin ve akciğerlerimin durduğu bir alan olarak göğüs kafesi?.. Ev sahibine yakalanmamak adına salondaki sandığa giren hırsız için sandığın içi?.. Küçük çocukların bahçede dalından koparıp ısırdığı domatesin içindeki yapıyı korumak için çeper ile sarılı olması bana hep bu sahneleri düşündürmüştür. Ana rahminin içini dışından ayıran duvarlar mesela?.. Yine domestik alanın tanımına uyuyor, kanaatimce. Başladığımız yeri unutup 'dünyada' tam tur dönmeye çalışmak gibi olsa gerek domestik alanı temsil edebilmek. Belki, gece uyumadan önce hep aynı kişiye mesaj atmak da bu döngüselliğin bir tezahürü olabilir?.. 'Daire' formu için ortaokul matematik öğretmenim '...dairede sonsuz nokta ve sonsuz açı vardır.' demişti. O gün itibarıyla bu cümle zihnimde döndü durdu. Liseden mezun olacağım sene dahi matematik öğretmenlerime bu soruyu onları test edercesine sormuştum. Bu bilginin tâ o zamanlar bende niçin bu kadar oyalandığını da zaman içerisinde düşüncenin temsiliyeti arttıkça anlama imkanı bulacağımı düşünüyorum.

İhmal ve döngüsellik
İnsan diğer tüm canlılara nazaran çok daha ileri yetilere sahiptir: Akletme ve anlamlandırma. Bu yetiler bizi seçilimde gerçekten öne geçirmiş midir? Bir insanın yaptığı ihmallerin, göz ardı edişlerin kaçta kaçını diğer canlı formlarında görebiliriz? Pek ala bunun için geçmişe dönüp kendimizi telafi ve tedavi etme imkanımız var mı? Son pişmanlık gerçekten fayda etmez mi? Yoksa yeni bir döngüselliğe dahil olarak geçmişin yüklerini yeni anlama nesneleri haline getirebilir miyiz? Deneyimlerimize kaç tane soru sorabiliriz? Doğrusal ve döngüsel olarak iki çeşit zaman yaşadığımızı düşünürsek zamanın döngüselliğinde kim efendidir kim köledir? Köleler efendilerini nelerden hesaba çekebilir. Bu döngüsellik hipotezimizde bahsettiğimiz doğurganlığı taşır mı? İhmaller, ihtiyaçlar ve döngüsellik üçgeninde bu konuyu tartışmak mümkün müdür?

Bu bir anlama teşebbüsü
İşte bu yazıyı ortaya koyan şey, bugüne dek karşılaştığım döngüsellik ve temsil izleklerinin bende oluşturduğu yankıdır. Bu izlekleri elimden geldiğince derli toplu biçimde bir araya getirmeye  gayret edeceğim. İzleklerimizi yani düşünceyi takip ederek (fikr-i takip) düşüncemin olgunluğa erişmesi (tekamül) için yeni temsillerden yeni anlamları doğurtmaya cür'et ediyorum.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle. 
Esen kalın



Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...