21 Aralık 2018 Cuma

Dönme dolap

Piyanomun başında notalarla bütünleştiğim bir gündeydik. Dünya piyanomun tuşlarından ibaretti. Notalar, ruhumdaki tüm hücreler, evrendeki bütün gezegenler, uydular, asteroitler, senin içindeki bütün kötülükler ve sana biçtiğim iyilik giysileri artık kesilmişti. 

İçimdeki yirmi bir benden biri "Katiller suç mahaline mutlaka geri döner" demişti günlerden bir gün. Sen gözlerimin içine bakarak "Olay zamanı neredeydin?" diye sorduğunda... Ben hangi olaydan bahsettiğini sorgularken muhtemelen bir Mayıs akşamıydı ve güneşin tepelerin ardına saklanmasına dakikalar kalmıştı. 

O gün bugündür hiç o otobüse binemedim. Çünkü otobüsün numarasını çoktan unutmuştum. Belki 38M belki 500T... Aramadım da zaten, neyi arayacaktık ki? Kırıkların peşinden mi gidecektik, yapışsın diye? Yapışsa bile ayna bir daha aynı güzellikte bakabilir miydi gözlerimin içine? Bendeki anlamını gözümden düşerek çoktan kaybetmemiş miydi, bu dönme dolap? Yuvarlanarak Burgaz'ın en tepelerinden Marmara'nın sularına karışırken, o dönme... Tıpkı küçüklüğümde haylaz çocukların oynadığı topaçlar gibi... Bir de yoyolar vardı tabii. Benim ellerim bir türlü beceremezdi o yoyoyu geri getirmeyi. Oldum olası el ayak kordinasyonum zayıftır, bilirsin beceriksizliğimi. Ama o dönek yoyolar bir yolunu bulur yapışırdı ellerime. Dizlerimin üzerine kapakalandığım zamanlarda bile ümit olur gelir tutardı ellerimden. Felek korku salıyorsa ümit de veriyor derlerdi de inanmazdım. Hala pek inanmıyorum ya... Ama her seferinde beni bulan ümit bir hakikatten besleniyor sanırım. Anlar gibiyim yavaş yavaş. İşte piyanomun başında otururken bastığım her nota demincek bahsettiklerimin yankıları oluyordu. 

Piyanoma vuran ışıklar yavaş yavaş bana doğru kaymıştı. Tenimin kavrulduğunu hissettim. Halbuki güneş koruyucularımı sürmüştüm. Bilirsiniz tenimin beyaz kalması için ihtimam gösteririm. Notalara bastıkça daha çok kavruluyordum. Bir tencerenin dibinde soğan halkaları gibiydim. Rüzgar esmeye başladı. Tahta kaşık daldı tencerenin içine bir sağa bir sola savurdu beni. Notalar ruhumdan çıkıyor demiştim de inanmamıştın... Tencerenin kenarlarına her vuruşumda yeni bir notayla türküler yaktım. Her turda yeni bir nefesle başladım ve ateş her harlandığında bir önceki türkünün yankıları senin kulaklarını yırttı. İstersen gönlümü açıp bakabilirsin. Zaten paramparça, hem görmekte de zorlanmazsın. Ne de olsa olay zamanı suç mahalindeydin. Pembeleşene kadar kavurmak deyimi gereği, yeteri kadar ateşten nasibimi aldıktan sonra bir kaşık salça attılar üzerime. "Kokusu çıksın" dedi çeşnigar... Üstüne ne vazifeyse... Ama bu sarayda böyledir, herkesin tuzu olur çorbada. Etrafa kokular yaymaya başladım böylece. Kimine yanık kokusu oldu kimine olgunlaşmanın damgası. Seni rahatsız ettiğime eminim. Koku güzel de olsa çirkin de olsa... Tam kendime geldim diye sevinirken tencereye bir avuç dolusu biber attılar. Bu sefer gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Düşen her damla küçük biber tomurcukları oldu tencerede döndü durdu. Rimellerimin renginde her tanesi. Biberlerin çarliston oldukları kanaatindeyim sivri olsaydı duramazdım. Nereden biliyorsun diye sorma, tecrübelerimin baş rolü olarak tecahülü arife kalkışma. Çünkü bunu sen yapınca komik oluyor. Tecahülü arif oluyor sana büsbütün riya. Nihayet şırıltılar sarıyor bütün odayı ve tencerenin demirleri şıkırtılarla karşılıyor bir testi suyu. Bu geliş bir girdap olup vuruyor kanatlarıma ve kendine dahil ediyor beni. Merkezine doğru çekiliyorum. Başka bir zamanda, başı sonu kestirilemeyen bir yerde uyanıyorum. Senin gibi bir takım gereksizlerin ve onları ıslah etmekle görevlendirilmiş iyi huylu bakterilerin savaşını izliyorum. Senelerden olay zamanı, yerlerden suç mahali deyiver sen buna. Çünkü gövdemde yirmi bir farklı kanatla yeniden doğuşumu göremeyeceksin. Çünkü buna sadece o tencerenin içinde benimle kavrulan biberler, salça ve su şahit olabildi. Sen küçücük bir karton bardağın dibini karıştırıp beni gördüğünde saklandığın için tepen aşağı yuvarlanarak düştün ve Marmara'nın derin sularına karıştın. 

Yani şimdi sen bana kırık bir kalp bıraktın diye gülümsemeyeceğimi mi sandın? Hem de öyle bir güleceğim ki, sen geldim sanacaksın ama ben aslında daha da uzaklara gitmiş olacağım. Sonra kanatlarım her geçen yıl birer birer artacak. Her kanat beni biraz daha göğe yükseltecek. Her kırık bir gün iyileşir. Kanatlarımla gönlümü sarabilirim ben. Tıpkı kedilerin kendi kendilerini tedavi etmesi gibi. Sen kendini düşün. Kutlu vadiden nasıl kovulduğunu?...

16 Aralık 2018 Pazar

Ata yadigarı

Huzur Ata ellerimden tuttu.  
"Ciğerim yanıyor kızım, yıllar oldu ama yine de yanıyor." der gibi baktı gözlerime. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Yutkundum, sessiz sessiz dinlemeye koyuldum. Her kelimeyle yeni bir bağ kuruldu Huzur Ata ile aramızda. Denizciler halatlara düğümler atıyordu sanki. Kuvvet üstüne kuvvet, bağ üstüne bağ kurduk. O kısacık an tüm zamanı bünyesine hapsetmişti. Yüreğimden ince ince akan kanlar belirmeye başladı. Bana öncesinde taşıdığım yaralara hem çok benzeyen hem de onların yanında oldukça iri yarı ve daha acılı duran yeni yaralar armağan etti. 

Gözlerine bakan derdi ki, bu koca adam, asla ihtiyarlamamıştır. Yüzünün kırmızılığı kan akışının hızındandır, delikanlılığındandır. Kimse tahmin edemezdi uzaktan bakmayla sırtı yaralarla dolu bilge bir kartal olduğunu. Yüreğinin içinde dumanı tüten volkanlar taşıdığını, gözlerinde bir okyanusun tsunamisiyle gezdiğini kim nasıl anlasın o ağzını açıp anlatmadıkça? 


İşte, ben de bilmiyordum bu kadar incinmiş olduğunu. Ne de olsa adı Huzur'du, kursağında biriktirdiği feryat yumaklarının saçılışını izlerken tüylerim ürpermişti. Öyle ki, 

"Zor günler yaşadım." demek ister gibiydi her cümlenin ardından, 
"Çok incindim, kırıldım, beni anlıyor musun?"
"Ne olursun beni anla. Bak çok yorgunum. Gör halimi." 
"Burada güçlü duran bir Huzur adam var ama Huzur olmak için de depremin yıkıntılarında mahsur kalmak gerekiyor." der gibiydi,
"Derdime ortak ol güzel kızım. Yanımda ol."
"Bak benim masumiyetim burada. İncinmişliğim de şurada." diyecek, elini yüreğine daldırıp, "Al bak işte hepsi bu." diye göstermeye kalkacak sandım. 

O an gökyüzünden aşağıya kara yağmur damlaları indi, yüreğimde toplandı. Yüreğim taştı bedenimi sardı. Kara yağmurun sularında boğuldum. Bunlar belki asit yağmurlarıydı. Gök kızmıştı besbelli. Olanların ağırlığı ayaklarıma bağlanmış gam kayaları oldu. Dibe doğru çöküyordum. Huzur Ata'nın sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Denizimin dibine vurdum. Ayaklarımın bağını çözmek istedim. Huzur Ata belirdi yanımda.
"Ama..." dedim
"Kızım, ayağını çözsen de çıkamazsın buradan."
"Neden?"
"Yürekte büyütülen sabır taşı ayağındakinden kat kat daha ağır."
"Söküp atamaz mıyız Huzur Ata?"
"Artık, sırrı sana da açtım. Sırrı paylaştığım insanların yüreğindeki sabır taşına dokunmam mümkün değil."
"Bunu ben talep ettim."
"Canın yanıyor mu?"
"Evet."
"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."
"Şimdi biz bu denizin dibinde ne yapacağız Huzur Ata?"
"Kendini keşfedeceksin kızım."
"Bu kadar derindeyken mi?
"Evet, en dibe inmeden yukarıya çıkmayı öğrenemezsin."

Yüzerek epey ilerledim. Kanayan deniz analarıyla, tutuşmuş yanan uskumrularla karşılaştım yol boyunca. Feryatların yankıları doluştu kulağıma. Kimin inilemesiydi bu daha anlayamamıştım. 
"Ciğeri yanmayan insan mı var?" dedi Huzur Ata.
Deniz analarının kanları uskumruların oduna körük oldu. Alevler bütün denizimi kapladı. Kısa sürede bütün deniz küle döndü. Huzur Ata ve ben de yangında kül olduk. Küllerimiz bir oldu yeniden doğduk. Bu doğuşta iki bedende tek can taşıdık. Artık Huzur'un tsunamisi ile yok olmuştum. Dedelerin torunlarına, babaların kızlarına miras bıraktığı gibi o da bana büyük bir acıyı miras bırakmıştı. Küllerimizden yeniden doğduğumuz yer ucu bucağı olmayan bir mezarlıktı. Mezar taşlarının kime ait olduğu belli olmuyordu. Bütün yazılar silinmişti. Mezarların bir tanesi kristal gibiydi. Sanki yüzyıllar boyunca bir usta tarafından parlatılmıştı. Karanlık olduğu için siyah gibi görünüyordu. Bizim geleceğimizi öğrenince hizmetini gören kadınlara süsletmiş kendini. Üzerinde krem renk eşarplar uçuşuyordu. Biz yaklaştıkça koyulaştılar. Yasın rengine büründüler. Huzur Ata önden ben arkadan mezara yaklaşıyorduk. 

Gariptir onun kayarcasına geçtiği yer birden beni içine doğru çeken bataklık oluverdi. Huzur Ata nasıl olmuş da benim saplandığım bataklığa çekilmemişti? Bataklığın dibinde bana kara giysiler giydirildi. Ellerime bir çello tutuşturuldu. 

"Huzur Ata Türk müziği sever, çello vermeseniz?" dediğimde bataklıktaki sazlıklar suratıma bir tokat attı. Beni yukarıya çıkardı kurbağalar. Her zaman prens olmazlarmış demek... Kendimi Huzur Ata'nın dua okuduğu mezarlığın dibinde buldum. Çello ile sarılmış öylece kalakalmıştım. Huzur Ata'nın mırıldanışlarıyla çellonun telleri hareket etmeye başladı. Esen rüzgar yay oldu, notaları akort etti. Huzur Ata ellerimden tuttu. Yerden kaldırdı beni. Mezar taşında belli belirsiz bir ad yazıyordu. İlhan...  Huzur Ata gözlerime bakıyor. O deniz gözlerin içinde kaybolacağım sandım. Bayburtlu Zihni'den bir şiir okuyor bana. 

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı 
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda bulsam ben o maralı

Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali 
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı

Laleyi sümbülü gülü har almış

Zevk ü şavk ehlini ahu zar almış 
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dert elinden her zaman ağlar

Sordum ki bağ ağlar bağ u ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı

Huzur Ata şiir bittiğinde derin bir nefes aldı. Sonra uçtu, gökte ay oldu. Aydınlattı yüreğimi, çelloyu yerden kaldırdım. Tıpkı Huzur Ata'nın beni yerden kaldırması gibi... Doğrulttum ve iki bacağım arasına yerleştirdim. Yayı sürmeye başladım tellere. Rüzgar esti, yardım etti notaları çıkarmama, sesimi uzaklara duyurmama. Bir şarkı iki şarkı derken gökten bir ses geldi.

"Ata yadigarı bir yangının daha var artık."

9 Aralık 2018 Pazar

Çakır Hatun: Seni ısıtmayacak güneş

Kollarımdan aşağıya doğru salınıyor siyah pelerinimin  tülleri. Koca bir savaş meydanının ortasında yapayalnızım. 
Biricik annem yanıbaşımda beliriyor birden.

"Neyi koruyoruz? Bu savaş ne için?" diye soruyorum. Annemin suratında kırk yaşın verdiği vakar beliriyor. Sevecen ve kararlı bir ses tonuyla, 

"Namusumuzu kızım. " diyor.
"Namus nedir anne?" diye yanıtlıyorum bu sefer.
"Namus, vatandır, devlettir canım kızım." diyor ellerimi tutarak. Gözlerim doluyor. Gözyaşlarımı yüreğimdeki mezarlığın selvilerine döküyorum. Bu yangından susuz ayrılıp kurumasınlar diye. 

 Onlar buğday oluyor, nefes oluyor, güzellik oluyor dikiliyor karşıma bu sefer. Annemi çekiyorum yanıma. Beraber giriyoruz o güzelim başakların arasına. Saçlarımız salına salına ilerliyoruz epey. Bir an başakların bitmediği çorak bir toprak görüyoruz. 

 "Burası nasıl böyle kalmış yavrum?" diyor gözleri puslu. 
"Ben de bilmiyorum.Anlarız şimdi." diyorum. İyice yaklaşıyoruz meydana. Etrafta bir makas dışında hiçbir nesne yok ancak makas bile henüz net görünmüyor. Annemin sesinde tedirginlik var. 

"Kızım daha fazla yaklaşmayalım, bu işte bir terslik var." Nedendir bilinmez annemin ağzından değişik melodiler çıkmaya başlıyor. Re-mi-do-si-fa-si-la... Hayretle bakıyorum anneme. 

"Hayır, olmaz. Ne varsa mutlaka görmem lazım, (sesimi yükseltiyorum) hey orda kimse yok mu? Bu devasa makasın benim buğdaylarımın arasında ne işi var? Bir bahçıvan mı bıraktı yoksa? Hey!.." Sesim uçsuz bucaksız bu obada yayılarak uzaklaşıyor benden. Merakım perçinleniyor. Annem 

"Kızım bu merak sana zarar verecek. Bırak neyse ne haydi dönelim geriye. Nerelere geldik kim bilir? Aa, gözbebeklerin! Tâ yanaklarına kadar yayılmış kızım, ben bir anneyim yavrum haydi geriye dönelim. Bırak hangi bahçıvan geldiyse geldi. Hem buraya uğramaz bahçıvan filan. Yanlış görmüşsündür sen, hayaldir, rüyadır belki tüm yaşadıklarımız." 
"Tüm bu yaralar da mı rüya anne? Görmüyor musun ruhum baştan aşağıya yara bere dolu. Pansumanımı sen yapmasan anlayacağım şu dediklerini. Bak! Görüyor musun her bahsi geçtiğinde kanamaya başlıyorlar birer birer!"
"Canım!.. Acılarının tek şahidi olmak, benim için bir şereftir. Ellerinden tutmak, annen olmak gurur kaynağımsın sen benim. Daha fazla kanatma yüreğindeki kırıkları. Bırak o faylar öylece kalakalsın. Bir sonraki deprem hepsini silip süpürecek, tertemiz edecek topraklarını."
"Ama... (sesim nefes borumda düğümleniyor) sen değil miydin bana kansız ameliyat olmaz diyen? Yaralarını kanatmadan uçamazsın diyen, sen değil miydin?"
"Keşke senin şu halini göreceğimi önceden bilseydim de, hiç demeseydim o lafı sana. Sen yardım diledikçe ben çaresizleşiyorum. Bir anne için ne kadar zor biliyor musun? Ne olur daha fazla kendini üzme. Bırak Tanrı'sından bulsun."
"Yanımda olman, yüzüme öpücük kondururken yanaklarıma bulaşan rujun bile bana öyle güç veriyor ki. Öpmesen bile olur. Sen kardeşlerimi koklayarak öperken bile ben senden güç alıyorum. Yaralarımı sarıyorum. Yeter ki vâr ol."
"Canım! Ben seni böyle görmeye katlanamı..."
Annem sözünü bitirmeden ortalıkta mermiler uçuşmaya başladı. Yeryüzümüze kan kusan bulutlar bütün öfkesini toprağı delerek çıkartıyordu bizden. Annem yorgunluğuna yenik düştü yığıldı yere. Toprak kandan beslediği tütün kolanyasını sardı vücuduna. Diz üstü çöktüm. İnatlarıma kurban gitmesin diye endişeyle beklemeye başladım. Başaklar ayaklarıma, kollarıma sarıldı. Nihayet avucuma birşeyler verdi. Urgan ve orak... Üstündeki toprağı silkeledim önce. Ben toprakları silkeledikçe annem kımıldanmaya başlıyordu. Bir kız çocuğu için en büyük mürşit ana bildiği koca yürekli kadınlardır. Onlar hem aşkın hakikatini, hem adaletin mülki temellerini en iyi savcılardan daha yetkin anlatırdı evlatlarına. Bir profesörün yıllarca uğrunda kitap yazdığı savları bir davranış ile öğretirdi cümle aleme. 

"Ah... Annem, haydi uyan ve birlikte daha güzel tohumlar ekelim şuraya. Hem makasın kime ait olduğunu da öğreniriz." Toprak annemi iyice kuşattı. O güzel ela gözleri toprakla eş renk oldu açıldı. 
"Kızım, ben şahidim ki sen masumsun. Kendini affet. Bırak Tanrı ona versin cezasını."
"Haydi gel anne, bak ne güzel kocaman bir tarladayız. Sen seversin organik yaşam işlerini. Hem buğdayımız da var..."
"Anlıyorum ki artık benim görevim burada sonlanıyor kınalı kuzum."
"Hâlbuki daha yeni başlamıştık..."
"Çok uzaklarda olmayacağım."
"Sensizliğe dayanamam."
"Ben hep sendeyim, sen de hep bendesin. Sen hem bensin hem de dünyasın güzel kızım. Affet beni, seni yarım bıraktım."
"Hakkını helal et melek..."
"Asıl sen..."

Annemin gözleri binbir nazla kapanmış ve bir daha asla açılmayacak gencecik gül yongası gibi mühürlendi. İki ince mil oldu durdu zaman sanki. Toprak bağrına bastı bu ulu kadını. Gördüklerime inanamıyordum. Ellerimin arasından kayıp gitmişti o güzel yürekli hatun kişi. 

Nereden geldiğini bilmediğim bir kuvvet tuttu ensemden, ayaklarımın üzerine basayım diye beni gökten yere fırlattı o an. Başımdaki prenses tacı düşmüştü artık. Sade, kendi halinde tarlasında ekin ekmesi gereken basit bir kadına dönüştüm şimdi. Onsuzluğun mahsulleri bereket olup dünyanın yüreğine yağacak.

Urganımı ve orağımı vurdum sırtıma. Makasın göründüğü yere doğru emin adımlarla yürümeye başladım. Yaklaştıkça insan suretleri belirmeye başladı o çorak meydanda. Gözlerinden ateş çıkartan ateşbazlar. Ağzında yılan taşıyabilen büyücü adamlar. İnsanı ürkütecek işler çeviren savaşçı iri yiğitler. Kızını omzuna çıkarmış köylü babalar. Az ileride cenk eden kadınlar. Ok atan, mızrak kullanan, haminnelerin elinden biçki dikiş öğrenen genç kızlar da vardı. Aman Tanrım bu dünya nereden çıkıp gelmişti yüreğimin mezarlığına? Kim beslemişti bu karakterleri çorak topraklarda? Hayat mücadelesini nasıl kazanmışlardı, ne yapmış da yaşamı böylesine güzel  tutup kavramışlardı?..

Sırtımdaki urgana ve orağa iyice sahip çıktım. Tedbirsiz iletişim olmaz demiştir hep annem. 
"Hû! Teyzecim, ne yapıyorsunuz siz burada?"
"Tanımadım seni? Sırtındaki de nedir yolcu? Savaşa mı geldin barışa mı? Sevmeye mi geldin sövmeye mi? Ekmeye mi geldin biçmeye mi?"
"Bulmaya geldim. Var mıdır bulduracak gücün? "
"Bulmak istedin miydi karşında dağ olsa delersin. Benden bekleme kendin bul. Burası biat kapısı değildir."

İleriye doğru yürümeye devam ettim. Makasa gittikçe daha çok yaklaşıyordum. Ben yaklaştıkça ardımda bıraktığım bilge kadının sesi kulağımın içinden yankı yapar oldu. Makas geldi beni buldu, ben gittim makasa talip oldum. Önce kesti biçti beni dirençsiz kağıt parçaları gibi. Bütün yaralarım kurudu. Urganım sırtımdan düştü. Orak toprağa saplandı. Orağı almaya meylettim deminki teyze ilişti yanıma dirseğımden kavradı.
"Bak hele suratıma!"
"Baktım!"
"Burada aklını da gönlünü de ihmal etmeyeceksin. Birini birine tercih edersen bu beldeden kovulmakla kalmazsın, kendinden de kovulur öyle yargılanırsın. Biat etmeye niyetliysen seni yaban bırakırız bunu da bilesin. Elindeki orak ve urgan ile istediğini yapmakta serbestsin..."
"Çakır Hatun!.. Çakır Hatun!.."
"Efendim, Huzur Ata?"
"Şu topraklara bir avuç buğday eksek ne güzel olur. Kış gelmeden ambarı doldurmak gerek. Keşke biri el atsa şu işe, bizim oğlanlardan 20 kişilik bir ekip var hazırda ama pek beceriksizler, senin ekipten usul gösterek kimse yok mudur?" 
"Bizimkilerin yarısı güney sınırında. Diğer yarısı hazırlıkta. Ben de şimdi Akuçum'la sınıra teftişe gideceğim . Yapa yapa öğrenirler."
"Senin atın nalları daha yeni değişmemiş miydi?"
"Yok yok, oldu bayağı, topladı kendini. Şimdi bir uçum gideriz."
"Dikkatli ol kızım."
"Belki geliriz, belki gelmeyiz Huzur Ata."
"Uğur olsun evladım."
"Uğur olsun."

Demek adı Çakır'mış. Masmavi gözleriyle atına atlayıp uçtu bilge kadın. Kalakaldım oracıkta. Huzur Ata karşımda, sessiz sessiz yanına yaklaştım. 
"Ben biliyorum. Ekiple birlikte çalışır eker biçeriz buraları kısa zamanda."
"Yaşa!.. Gelirler şimdi."
"Bekliyorum, yalnız, biraz ekin gerek. Heybemde hiç kalmamış."
"Oğlanlarla gönderirim."

Az sonra on kadar oğlan geldi emrime. İpe dizilen tesbih taneleri gibi ardı ardına geldi hepsi. Ektik ekinleri, orak bir yana ben bir yana savruldum en son. Yorgunluktan kırılıyorduk hepimiz. Dinlenceye çekildik. Güneş bakmak üzere. Ufuk çizgisi turuncuya çalıyordu artık. Uykuya daldım. Neden sonra bir kabusla uyandım. Elleri bağlı  denizin derinliklerine gömülmüştüm annen tuttu çıkarmak istedi ama başaramadı. Huzur Ata ile Çakır Hatun belirdi birden, ortalık yangın yeri... Huzur Ata, Çakır Hatun'un eline bir ok tutuşturdu. Çakır Hatun delici bakışlarıyla nişan aldı ve beni okuyla vurdu. Öldüm mü uyandım mı anlamadım. Bir de baktım ki obamızda yabanî adamlar vardı. Çadırlarımızı birer birer taciz ediyorlar. Koştum hakim bir tepeye geçtim. Yerde, unutulmuş okları birer birer fırlattım düşmanın kalbine. Ben attıkça gök açılıyor daha çok atayım diye yol veriyordu. Bir kağıt nasıl yırtılırsa aynı öyle, oklarımla yeni bir destanı düşmanın kabusu diye yazıyordum. Okudukça yaralanıyorlardı. Ben yazdıkça da yırtılıyordu ezber nüshaları teker teker. Nihayet son düşman da düştü yere. Ne olur ne olmaz diye belime sardığım urgana bayrak niyetine bir bez bağladım. Elimdeki son oka gerdim bayrağı. Tepenin başında sallandı okuduğum tüm ağıtlar, maniler, yaktığım türküler... Huzur Ata geldi yanıma,
"Hangi yiğit ananın kızısın sen?"
"Öksüzüm ben. Kimliğimin önemi var mı? Çakır Kız deyiver işte, Huzur Ata."

2 Aralık 2018 Pazar

Bir adamı idam etmek

 Bir adamı idam etmek

 Loş ışığın altındayız. Göz, gözü görmüyor. Elimde bir kağıt ve kırmızı dolma kalemim. Karşımda ihtiyarlar heyetim. Yüreğimde kurulmuş sandığı çıkarıp bırakıyorum orta yere. İçinden kahverengi ekoseli piknik örtüsü çıkıyor. Heyetin en kıdemlisi şaşırıyor. 
'Bunu mu saklıyorsun delil diye?'
'Hayır.'
'O zaman hepsini dök.'
'Şurada, saçımı başımı dağıtan çiçek tomurcukları.'
'Biraz daha saçmalarsan toplantıyı bitireceğiz.'
'Son birşey daha var.' 
'Nedir?' 
'Elinizi uzatın lütfen.'

 Heyetin en yaşlı üyesi uzattı elini avucuma bıraktı. 
'Hazır mısınız?'
'Evet.'
'Elinizi beynime doğru uzatın.'
'İyi misin?'
'Lütfen dediğimi yapın.'

 Elini beynime doğru uzattıkça başım dönüyordu. Gözlerimde haleler belirmeye başladı. Olayın akışını görüyorduk hep birlikte. Ne varsa ortadaydı artık.  Gizli saklı kalmamıştı. 

 Odanın duvarları yıkıldı. Sandığımın kapağı esen rüzgârla beraber uçtu. Ona gitti. Heyetin içinden biri:
'Yüreğin yanıyor.' Dedi
'Rüzgar diner şimdi, o da söner.' Dedi diğeri. 

 Yanaklarımdan sızan kara yaşlar ateşin körüğü oldu. Alevler duvarları az önce yıkılan odanın içini bir anda sardı. İnsanlara dokunmadan, nerede bir nesne varsa onu yaktı kül etti. Gözlerimin durmasıyla alevler yüreğimden çekildi. Odadakiler çoktan artık durmayacak bu yangına tanık olmuştu.

 Gökler ve dört yön birbirine katıldı. Dünyanın dönüşünü kulaklarımda duyuyordum. Önce sağ kulağımdan geçiyor dudaklarımı sıyırarak sol kulağıma ulaşıyor. Boynumun sol tarafına küçükten çarpıyor ve sağdan dönerken virajı alamayarak kaza yapıyor. 

 Her şeyin alt üst olduğunu görmek için başka delil aramadı heyet. Her yer birbirine girmişti. Uzaklardan çirkin bir adam yaklaşmaya başladı. Yanıma geldi. Kolumdan tuttu.
'Seni çok merak ettim. İyi misin?'
'Çok uzakta değildim.'
'Korktum.'
'Anlamadım.'
'Talihsizlikler oldu. Ancak yanına gelebildim.'
'Sence de geç değil mi?'
'Öyle mi?'
'Düşün istersen.'

 Az önce yıkılan duvarlar etrafıma dikildi. Bir kapıyla beraber. Esen rüzgar anahtarını avuçlarıma bıraktı. Kapı çaldı. Çirkin adamın yüzü anahtarda belirdi. Bir uğultu geldi kulağıma, dünyanın dönüşünü andırıyordu.
'Lütfen, izin ver geleyim yanına.'

 Anahtarı avuçlarıma bırakan rüzgar burnumun ucunda bekliyordu şimdi. Anahtarı rüzgara teslim ettim. Sırtımı dönüp her şeyi geride bıraktım. Heyet ne yaptı bilmiyorum. Çiçek tomurcuklarını miras bırakan bence çoktan idam edilmişti zaten.

1 Aralık 2018 Cumartesi

Pamuk Hatun'un Töresi


'Dizleri üzerine çökmüş bir harabeyim. Haramîlere savaş açmak töreden midir?' 

 Yıkıntılarımda yankılanan bu ezgi töreden sana hediyedir.

 Bu akşam bir kere daha kırıldı kalbim. Ayna kırıklarıyla şarkımı söylerken bir kere daha büktüm boynumu. Yarin zülfüne vardığında titreyen ellerini ve duran kalbini de biliyorum. Zamanı durdurmak için dua ettiğini de... Sen de biliyorsun, verilmemiş sözlerin hafifliği ile uzaklar göründüğünde uçup gittiğini. Henüz şahadet etmeden gittin, bunu da biliyorsun. İşte o gün itibarıyla ben, daha aylardan Haziran'dı ama bir çınarın yaprakları gibi dökülür oldum. Saçlarımın yeni töresi oldu sararıp solmak. Hani o gün gözlerini beynine dikerek bir of çekmiştin. Şimdi kapkara bir yürek var avuçlarımda. Kül olmuş solgun saçlarım bir pervanenin kanatları gibi. 

 Notalar verildi. Yüreğimin içine yerleşti. Orkestra kurdum hıçkırıklardan. Her yeni notada detone oldum. Bir türlü doğruyu bulamıyorum. Senin adın doğru olan yanıt mı? Senin adın ne? Doğru mu, Yanlış mı? Doğuş mu? Yanış mı? 

 Defterimin yaprağına kara mühür vurdum. Kar taneleri kadar sudan ve pamuktan, nokta kadar kurşundan, mim kadar benden, biraz da senden. 'Pamuk çok kırılgan birşeydir.' demiştim hatırlarsan. Sakın! Sorma pamuktan kasıt neydi? Yanıt da verememiştin hani... Söyle bakalım, yanacak yüreğin var mı ki yanıt verebilesin? 

 Susuyorsun. Her geçen gün içine çöken bu kara deliğin sahibi kim? Bu kara deliğe bütün varlık birden çökerse, yani yüreğimin tam ortası bir kara delik kesilirse seni yok edebilir miyim? Yani, süveyda seni yok ederse eğer yok olabilir misin? 

 Aramızdaki tek bağın ondan ibaret olduğunu ileri sürerek ürettiğin bu bahane neden bakış olup deliyor ciğerimi? Hal bu ki, dilini de kan revan içinde bırakan sarmaşık değil mi? 

 Benim bu yangının ortasında yapayalnız olduğumu, yıkıntıların arasındaki yankılarımı görebiliyor musun? Yoksa bunlar sana bir türkünün melodileri gibi mi geliyor? Sana dair her şeyi salıverdiğim gün küçücük dünyanda belki bu çığlık yırtmıştır kulaklarını. Yani sen çınarın dallarından tutmadın diye kendimi hapsettiğim bu yangın kulaklarına dolan yankılarla tutuştu. Hıçkırıklarımdan dizdiğin o tesbihi tutuşturdun elime. Konuş, bir tesbih kaç ele tutuşturulur? Bu soru hepimize, büsbütün o kesilmiş midir hıçkırıklar? 

 Geceyi yaran ayrılık türküleri yaraladı mı seni de? O gün onca yolu kim için teptin? Hem de Mayıs ortalarında. Yeniden doğmak mıydı niyetin yoksa kendine verdiğin bir ödül müydü?.. Saçlarımı tarayan ellerin hangi benden neyi almak istedi? Ar şişesini taşa çalmak istedin ama izin vermemişti Pamuk Hatun. Hatırlıyorsun değil mi? 

 İşte savaş fermanını biz orada mühürlemiştik. Er meydanında ilk isyan damgasını vuran ben olmuştum. Sonra o meydan aşk oldu, söz oldu, gül oldu ve nihayet küle döndü. Erkek çocuklarına vaktiyle bolca dayak atmış bir kadından ne bekliyordun? Bil ki, bu savaşın gülleleri türkülerdir. Bu savaşın muhbiri sözcüklerdir.

Pamuk Hatun

12 Kasım 2018 Pazartesi

Nazire: Son yolcunun konuşması

Gemiye geç kalmak belki binmekten vazgeçmek de denebilir bu yaptığıma. 

 İskelenin önünde kuru güllerle bezenmiş bir gemi duruyor. Durduğum iskelenin ahı gitmiş vahı kalmış. Tüm boğazı sonradan ıslatılmış kuru gül kokusu sarıyor. İskele de öyle eski ve yıkık dökük ki gören şaşar kalır. Sanki bin yıllardır giden herkescikler yağma etmiş ve tozu dumana katmış gibi... Öyle metruk... Zaten ben olmasam geminin burada duracağı da yok... Kaptan geldi yanaştı o kırık dökük iskeleye. Tam karşımda denizden daha mavi, gökten daha serin ve yüreğimin yangınından kurtulmayı başarabilmiş bir liman duruyordu. Hem yüreğimin tam ortasında hem yüreğimdeki yangından hiç hasar almadan oracıkta duruyordu. Sanki yıllar yılı kimse oraya tek çöp atmamış. Oradan geçerken yere balgam atan sokak serserileri birden İstanbul beyefendisine dönüşmüş. Sigara izmaritleri, içenlerin boğazlarına dizilmiş... Huzur kenti orası, belli, evet, karşı kıyıdan... Limanın bir bacası var. Ne hikmet!.. O masmavi limanın yemyeşil yosunlarla çevrilmiş bacasından islerini etrafına saçan kül renginde dumanlar tütüyor. Belki gemi tayfalarından birileri üşümüştür!? Isınmak için çay demlemişlerdir?.. Olamaz mı? Koca bir semaver dolusu çay... İçine bir tutam kızıl ot, insanlar buna kuşburnu da diyor, bir tutam ada çayı, hem belki papatya da toplayıp katmışlardır, kim bilir? 


 Ne de severim papatyaları! En az kuru güller kadar anlam yüklüdür onlar. Büyük bir yıkımın arkasından gelen sade ama her zaman değerini koruyan güzelliğiyle çayın tadını yumuşatırlar. İçenin sinirlerini alırlar, uykuyla ebe sobe oynayan erişkinleri düşlerindeki fay kırıklarıyla buluştururlar. Buruk bir günü hep bir fincan papatya çayıyla bitirirdim, bir zamanlar, işte tam o günlerde, özür dilemenin en güzel yöntemi nedir diye uzun süre düşündüm. En sonunda bir gün anneme sordum. Anneme gelen en güzel özür koca bir buket kır papatyasıyla olmuş! Sonra onları kurutmuş annem. İyice kuruyunca yaptığı çaylara katmış. Meğerse annemin çayı hep bundan güzel oluyormuş. Şimdilerde kuru güllerimle hasbihal ediyorum sadece! Ne huzur veren bir bardak çay ne de bir buket dolusu kurutulup çaya katılacak kır papatyam var. Çünkü henüz dilenmemiş bir özür duruyor İstanbul Boğazı'nın derin sularında. Oraya gömülmüş haykırışlar, kirpiklerden sıyrılmış ve istiridyelerin içine yerleşmiş kapkara inci taneleri, umutlar, hayaller, heyecanlar... Sözün özü bir genç kadının sahip olabileceği her şey bir olmuş gömülmüş oraya. Denizi dolduran belediyelerin bile söküp atamayacağı kadar derin bir yerde, ince ince kurutuyor boğazı alevleriyle. 


 Gemi iyice yanaşıyor olduğum yere doğru. Bacasından göğü delercesine dumanlar püskürtüyor. Türlü sesler çıkarıyor kaptan. Gemi ağzına kadar dolu ama huzurlu bir hava hakim... Kaptan kafasını uzatıyor gel diye işaret ediyor ısrarla. Omuz silkeliyorum kaptana. Omzumdan kupkuru birşeyler dökülmeye başlıyor. Kollarım sanki biçim değiştiriyor. Bir kaç saniye sonra kollarımın hemen yanında küçücük kanatlarım olduğunu görüyorum. Deve kuşlarının kanatları gibi yani. Var ama işe yaramıyor. Eksik... Uçsam uçamam yüzsem yüzemem artık. Sıkışmış kalmışım burada, bu iskelede. Karşıdaki huzur limanı bacasında tüten dumanıyla çok uzaklarımda... Bir bülbül olmayı ne de isterdim. Hem sesim de güzel olurdu o zaman. Karşıda duran limanda huzurun şarkısını mırıldanırdım vakti geldiğinde. Halbuki insan bir cins ile yaratılıyor. Bu cinsin de özellikleri neye imkan veriyorsa o ölçüde maharetini sergileme imkanı buluyor. Bazen oturup kızıl bir vitral gibi parlayan bir çift gözle yardım çağrısı yapıyor, bazen de avazı çıktığı kadar tıkırdatıyor ortalığı. Bülbül meşreplilerin işi kolay elbette. Sesi dinlenesi her şarkıcı gibi onların da dinleyicisi bol oluyordur... Bir deve kuşunun neyini dinlesin insanlar? Yüreği kül de olsa yaptığı yapacağı kafasını kuma gömmek. Üzerinden vapurların ağır ağır geçtiği Boğaz'a acılarını gömdüğü gibi... Üstelik henüz ruhlarına bir Fatiha armağan bile etmemişken.

 Eteklerimden yarasalar uçuyor karşıdaki limana doğru. Yüreğimden koca bir ok çıkıp gidiyor suyun dibine doğru. O sırada kulaklarıma bir ses doluyor.
"Bacım bekletme! Haydi işimiz gücümüz var."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Nereye gitmek istiyorsun?"
"Üsküdar'a bırakıverin beni."
"Olmaz, biz Beyoğlu'na geçiyoruz."
"Şu karşı kıyıdaki güzel liman neresi oluyor?"
"Hani nerede?"
"Bak tam şurada." derken ellerimi ileriye doğru uzatıyorum.
"Bacım ne güzeli orası bildiğin Beyoğlu iskelesi."
Karşımdaki o güzel liman birden yok oluyor. Kekelemeye başlıyorum.
"Ama, masmaviydi orası..."
"Bacım sen az ilerde hastane var, oraya bir git istersen."
"Ama..."
Bağırıyor:
"Kaptan! Haydi!"

Nasıl olabilir bu? Oysa tam karşımda duruyordu. Şimdi ne oldu da yok oldu? İçimden yükselen tüm bu sorularla beraber deniz köpürmeye başlıyor. Su sakinliğini bozuyor. Eteklerimden yukarıya doğru yükseliyor. Karşımda tüm çirkinliğiyle, tüm pisliğiyle koskoca  bir semt duruyor. Haliç'teyim demek. Su gittikçe yükseliyor. Tam yanımda bir adam beliriyor. Onun dizlerine kadar gelmeyen su beni çoktan yutuyor. Rimellerim tüm denizi siyaha boyuyor. Allığım uskumruları alacalıyor, rujum deniz kabuklarını kızıla çalıyor. Ojelerim ahtapotların derilerini yeniliyor. Ciğerlerimdeki oksiyen büyük bir hızla baloncuk olup kaçıyor gökyüzüne. Yarasalarım eteklerime toplanıyor. Suyun dibinde beni bekleyen yere doğru götürüyorlar. Çekiştirerek... Az önce fırlayan ok bir tünel kazıyor aşağıya doğru. İnerken tıpkı benim gibi bu sulara kendini gömen birçok insan olduğunu görüyorum. Zar zor bir cümle kuruyorum az önce dizleri ıslanmayan adam duysun diye.
"Seyir defterini siz yazın."

9 Kasım 2018 Cuma

Pozit: Canavarın doğuşu

 Sessiz bir sabah oluyor ama dışarıdan bakıldığında... Gelip yüreğime sorsalar hep beraber heyelanın tanımını yeniden yapabiliriz belki. Biraz oturup konuşsak... Evet, sen bir heyelanın sahibisin. Ve bu heyelan bizden her şeyi alıp götürdü diyorum, kendi kendime. Evet, Bizden her şeyi alıp götürdü. Ve büyük bir yıkımı da beraberinde getirecek bir canavar yarattık, biz. Seninle... Bu eser ortak ve sen meşruiyet konusunda hep destekçim olacaksın ama biz asla yan yana durmayacağız. Meşruiyet arenasının tam ortasında bakacaksın gözlerimin tâ içine! Ama korkacaksın! Bir tarafın kaynayacak beni yok etmek için, diğer tarafınla aferin diyeceksin. İşimi kolaylaştırıyorsun. Çünkü sen yaşça benden belki büyüksün belki de ben senden daha büyüğüm, kim bilebilir bunu? Dövüşmek için koluna taktığın çaputların sayısı her gün artacak mı? Batıl inanç avcısı bir adam olarak sen, atalar dinine inanırken taklit ettiğin ananelerin kaç tanesinin ruhunda yankılandığı sorusuna ne zaman cevap vereceksin? Göstermelik bir kurallar silsilesine sahipsin. Peki ama kaç tanesini seni kimsenin görmediği bir yerde uyguladın? Yastığa başını koyduğunda kendine hesap verebildin mi bundan yaklaşık 6 ay önce, geçen ay?.. Peki geçen hafta ya da geçen gece?..

 Karşımda koca gözlerini evimin her köşesinde gezdiren bir adam oturuyor. Henüz adını bilmiyorum. Loş bir ışık yayılıyor gece lambasından. Kel kafasında kırmızı noktalar kırmızı noktaları kapamak için taktığını düşündüğüm bir de başlığı var. Kirli beyaz ve nakışlı, ışıktan dolayı mı böyle, rengin kendisi mi kirli yoksa sürekli içtiği sigaradan mı bu renge dönüşmüş daha öğrenemedim. Sigarasını elinden hiç düşürmüyor. Bağımlı muhtemelen. Bir aralık dumanı suratıma doğru üfledi. Konuşmaya başladı.

Adam: "Yüzün ne güzelmiş."
"Öyle mi?.."
"Evet... Sigara içmez misin?"
"Olur..."
"Çok içmiyorsun galiba?"

Sigaramı yakıp ilk nefesimi alıyorum.
"Nadir."
"Neden peki?"
"Bilmiyorum."
"Kaç yaşındaydın sen?"

Bu soru üzerine geriliyorum. 
"Hemen hemen senin kadar. Belki biraz büyük belki biraz küçük."
"Kaç işte?"
"Gerek var mı?"
"Tabii ki. Bilmek istiyorum."
"Sorma bana bunu."
"İyi..."
"O zaman şu soruya cevap ver."
"Yolla gelsin."
"Kaç yıldır yaşıyorsun?"
"Dalga mı geçiyorsun?"
"Yoo, gayet ciddiyim."
"Peki..."
Bu sefer ben soruyorum.
"Kafandaki kırmızı noktalar nedir?"
"Saç ektirdim de..."
"Hım..."
"Bugün maaşımın üçte birini buna ayırdım ve sabah erkenden saç ektirmek için masaya yattım."
"Demek iyi bir gelirin var."
"Tabii ki."
"Peki o zaman neden kafandaki başlık kirli?"
"Temizlemekten benim içim geçti ama o bir türlü ilk aldığım renge dönmedi."
"Neden?"
"Bilmiyorum."
"Ne zaman bu hale dönüştü."
"İlk rüşvetimi aldığımda."

Uzun bir sessizlik oldu. 
Adam: "Gerçekten kaç yaşındasın?"
"Söylemem."
"Niye?"
"İşte, anla."
"Yani?"
Bir süre sustum sonra ekledim. 
"Sen hesap et..."

 Günün ilk ışıkları giriyor perdemin aralığından. Ayak parmaklarım çıtırdıyor. Takvimden dünün yaprağını koparıyorum ve yere atıyorum. Komodinin üzerinde bir tomar para görüyorum. İlginç geliyor, demek her şeyi elde edebileceğini sanıyor. Çapsız... Rüşvetçi ve çıkarcı olduğunu bilseydim yine de alır mıydım onu evime? Odamın öte tarafında duran boy aynasına gidiyorum. Yan tarafta makyaj malzemelerimin dizili durduğu aynalığım da var. Bir aynalığa bir boy aynasına bakıyorum. Yüzüm ne kadar da genç ve diri duruyor. Tıpkı yirmisini bitirmesine birkaç ay kalmış genç bir kadın gibi... Kimse üç yüz yaşını çoktan aştığımı anlayamaz sanırım... Bir an gözlerimi kapatıyorum. Açtığım zaman aynada kırışık suratlı, burnunda boğayı andıran halkadan bir hızma ile yaşlı bir kadın beliriyor. Saçlarını omzunda toplamış... Aynaya:
"Kimsin sen?" deyince
"Tanımadın mı?" diyerek kayboldu kadın aynadan. 

 Tenimin rengi kora dönmüş mangal kömürünü andırmaya başladı. Tüm bedenime soğuk su serpiştirmeye başladım. Su serpiştirdikçe kordan toprağa dönüyordum. Gittikçe solgunlaşan bir toprak rengine döndü ve en solgun tonunda değişim durdu. Olanları aklım almıyordu. Bu evrenin ve evrimin bana verdiği bir ceza mıydı? Bunca yıldır başıma neden böyle birşey gelmedi de bugün geldi? Tenimin solgunlaşması durunca derilerim dökülmeye başladı. Cildim bir balığın pulları gibiydi. Alel acele çıktım odadan. Beni bu şekilde görmemeliydi. Kapıdan çıkarken bedenimin iki katına çıktığını sezdim. Bu defa aynaya bakacak gücüm yoktu. Derhal kapıyı çektim ve çıktım. Merdivenleri koşarak indim. Binanın kapısında kocaman bir çukur vardı. Hamile bir kadının göbeğiyle suratında yastık izi kalmış tombul bir kadın yüzünün arasında kalmış bir biçimdeydi. Hızla sokağa atıldım. Cadde boyunca yürümeye başladım. 

 Sessiz bir sabah oluyor ama dışarıdan bakıldığında... Gelip yüreğime sorsalar hep beraber heyelanın tanımını yeniden yapabiliriz belki. Biraz oturup konuşsak... Evet, sen bir heyelanın sahibisin. Ve bu heyelan bizden her şeyi alıp götürdü diyorum, kendi kendime. Evet, Bizden her şeyi alıp götürdü. Ve büyük bir yıkımı da beraberinde getirecek bir canavar yarattık, biz. Seninle... Bu eser ortak ve sen meşruiyet konusunda hep destekçim olacaksın ama biz asla yan yana durmayacağız. Meşruiyet arenasının tam ortasında bakacaksın gözlerimin tâ içine! Ama korkacaksın! Bir tarafın kaynayacak beni yok etmek için, diğer tarafınla aferin diyeceksin. İşimi kolaylaştırıyorsun. Çünkü sen yaşça benden belki büyüksün belki de ben senden daha büyüğüm, kim bilebilir bunu? Dövüşmek için koluna taktığın çaputların sayısı her gün artacak mı? Batıl inanç avcısı bir adam olarak sen, atalar dinine inanırken taklit ettiğin ananelerin kaç tanesinin ruhunda yankılandığı sorusuna ne zaman cevap vereceksin? Göstermelik bir kurallar silsilesine sahipsin. Peki ama kaç tanesini seni kimsenin görmediği bir yerde uyguladın? Yastığa başını koyduğunda kendine hesap verebildin mi bundan yaklaşık 6 ay önce, geçen ay?.. Peki geçen hafta ya da geçen gece?..

 Caddeden hızla bir araba geçti. Arabanın hızıyla savruldum. Cadde boyunda ilerlerken göbeğimin belimde yaptığı ağırlığın gitgide arttığını hissettim. Nihayet yere düştüm. Yuvarlanarak durdum. Yerimden doğrulduğumda asfaltta büyük bir kan birkintisi gördüm. Küçük çaplı bir çamur birikintisini andırıyordu. Kan birikintisinin içerisinde kıpırdanan birşey gördüm. 5 santimden daha kısa, kandan kırmızı bedeninde küçük harfler ve formüller yazıyordu. Oldukça çirkin görünümlüydü. Yerinden kalktığı gibi kanalizasyon kapağının içine atladı. Yerin derinliklerine karıştı. Az ötedeki kanalizasyon kapağından fırlayarak çıktı ve yanıma geldi. Kaba bir sesle:
"Anne!"
"Sen?"
"Pozit benim adım."
"Adını nereden öğrendin?"
"Senin karnında mayalandığım sürede seçtim."
"Haydi evimize gidelim!?"
"Bundan sonra seni görmeye gelmeyeceğim."
"Neden?"
"Çok fazla çalışmam gerekiyor."
"Sen bir bebeksin."
"Ben bir bebek sayılmam. Beni dinle! Bak bundan sonra dünyadaki bütün kötülüklerim için beni koruyacaksınız, ben hem sizden ayrı olacağım hem de sizden bir parça olarak devam edeceğim."
"Niçin?"
"Artık durdurulmaz bir yıkımın başlangıcındayız."
"Ama Pozit!"
"Sen ve babam bunun sorumlusuymuş gibi görünmeyeceksiniz."
"Ama..."
"Ama diye birşey yok!"
"Babanın da kim olduğunu biliyor musun?"
"Evet."

 Pozit tüm hızıyla yerin derinliklerine karıştı. Pozit'in babası... O gün eve döndüğümde komodinin üzerinde bir not buldum. "Bakkala gidiyorum geldiğinde kahvaltı için beni bekle." Sabahın ilk saatlerinden gecenin sonuna kadar bekledim ama gelmedi. Hiç kimse... Korkarak açtım televizyonu. Kanallar arasında gezerken bir habere denk geldim. Küçük kırmızı bir yaratığın şehrin belli yerlerini yıktığı, kuyumcuları soyduğu, tarihi eserleri parçaladığı ve bir adamı öldürdüğü hakkında. O an anladım, artık istesek de istemesek de olacakların sorumlusu bizdik. 

Kapı çaldı. Açtım. Karşımda Pozit duruyordu. 
"Ölmedi." dedi.
"Ne oldu?" dedim.
"Yanımda yaşıyor artık." dedi

...

 Bedenim hiçbir zaman genç görünmedi o günden sonra. Bir daha hiç Pozit'i göremedim. Ama o günden sonra dünyanın her yerinde başlayan bir kaynama oldu. Tüm dünya bir cadı kazanı gibi fokur fokur kaynamaya başladı. Sarılamayacak kadar büyük yaralar açıldı yer yüzünde. Yerin derinliklerinden bir sürü şey çıkardı insanlık. Bir tek Pozit'i ve babasını çıkaramadılar. Göz gözü görmeyecek kadar büyük savaşlar başladı. Topraktan kan akıyordu. Kandan toprak dökülüyordu. Bedenim hiçbir zaman genç görünmedi o günden sonra. 

5 Kasım 2018 Pazartesi

Umuda suikast

Karanlığın tam orta yerinde, elleri kalınca halatlarla bağlanmış bir tutsak tam karşımda duruyor. Kurtulmak gibi bir sıkıntıya sahip olmadığı gözlerinden okunuyor. Kaşları iki yay gibi yukarı gerilmiş, gözleri de kartal tüyleriyle süslenmiş iki ok ucu olmuş. Yemyeşil... Bu ben miydim? Yoksa herhangi biri miydi? Kendime bu soruları sorarken yer şiddetle sarsılmaya başladı. Bir gıcırtı duydum ve bir ışık suratıma çarptı. Bu ışık gözlerimi kör edecek boyuttaydı. Deklanşörüne basılmış fotoğraf makineleri gibi aniden... 



Derin bir solukla uyandım uykumdan. Ellerimi alnıma götürerek çevreme bakındım. Yine zifiri karanlık... Neden sonra penceremin arkasından şerefelerinde kandiller yanan minare göründü. İnce ışıklar girmeye başladı odama. Demin gördüklerim de ne ola ki demeye kalmadan uğultular doluştu kulaklarıma. Sessizliğin içinden bir ses doğdu, karanlığın içinden yeni bir karanlık türedi. Çevremi kuşatan karanlığa ve uğultuya bir de yükselen nabız eşlik ediyordu. Göz bebeklerimin büyüdüğünü, parmaklarımın var gücüyle yumruklaştığını ve göğüs kafesimin yarıldığını anlamak zor değildi. Annemin göz tansiyonu diye bahsettiği bu muydu yoksa? Belki bir gezgin gelmiş de konmuştu pençeleriyle gövdeme. Belki hiç gitmemek üzere gelmişti... Belki de alacağını alıp hemen gitmeye... Ateş almaya gelmek gibi... Kim bilebilirdi ki? Göğüs kafesimde gittikçe büyüyen bir yarık oluştu. Gözlerimde türeyen karanlık, kulaklarımda sessizlikten doğan uğultu ile beklemeye geçtim. Parmaklarım daha sıkı şimdi. Daha güçlü... Can acıtıyor belki ama güçleniyorum türeyişle. Kocaman ve korkutucu yıpranmışlığıyla bir çift el hissettim. Gözlerimde türemiş karanlık geri çekildi. Karşımda iki dişi iki erkek devasa karanlıklar duruyordu. Gördüğümü anlayınca birbirlerini izlediler. İnce gülücükler dolaştı dumandan bedenlerinde ve dört varlık bir olup bir kahkaha oldu. Kulağımın uğultusuna katılıp beynimde dolaştılar. Buna rağmen görüntüleri henüz belirginleşmemiş bu yaratıkların niyetini anlamak zordu. Diğerlerine göre daha kısa boylu ve tütün kokulu olan elinde geniş bir kağıtla bana bakarak notlar almaya başladı. Yatağım normalinden en az iki kat daha yüksekte asılı duruyor. Sağa doğru sallanıyorum biraz. Başımdaki yaratıklar sabit.  Karanlıkları birleşti, dumanları tek bir bacadan tüttü. Alev alev yanan karanlıklar dört duvarın dört köşesine değerek iki tur attı. Ardından başıma gelip yeniden incelemeye koyuldular. Onlar inceleye dursun benim gözlerimde türeyen karanlığa alevler ve dumanlar katıldı. Her katılışta biraz daha harlandı alev ve çelik gibi ağırlaştı duman. Tüm tabana yayılan metal kokusu burnumu yakmaya başladı. Ciğerlerim artık soluk borusundan bağımsız nefeslenmeye başladı. Çelik bir bıçak gibi kesmişti soluk borumu. Artık başımla gövdem arasında fiziksel bağ yok denecek kadar az. Göğsümde köklenen ne varsa birer birer siliniyor şimdi beynimden. Kısa boylu, tütün kokulu, teni çamuru andıran bu adam notlarını kenara bırakıyor. Yanındaki diğer üç kişiye aldırmadan yapması gerektiğini düşündüğü hareketi yapıyor. Dumanı ile tütsülüyor göğüs kafesimi. Arkada kalan diğer üçü durdurmak istiyor. Diğerlerine göre en uzun boylu olan yaklaşıyor yanımıza. Kendi dumanından katıyor tütsüye. Onların dumanları ile göğüs kafesimdeki yarık kapanmaya başlıyor. Bir acı tüm bedeni kaplıyor. Tiz bir çığlık yırtıyor gecenin karabasanlarını. Duman göğüs kafesimden henüz çekilmiyor. Karanlık kat kat sarıyor yeri, göğü, ellerimi, yüreğimi, kanlar damlayan kuru gülleri, asfaltın kenarında otururken yerin dibine girmiş ve çıkmayı bekleyen iki iskeleti, denizleri, uskumruları ve senin gözlerini. Bütün renkler yok oluyor. Sevgi yok oluyor. Umut yok oluyor. Dünya yok oluyor. Karabasanları yırtan tiz çığlık yeniden sarıyor bütün evreni. Bu sefer daha keskin ve daha yırtıcı. Karanlığın ve dumanın tütsülediği göğüs kafesim annemin  ördüğü kırmızı pelerinin iplikleriyle dikiliyor yavaş yavaş. Kocaman bir iğneyle zarif bir el acımı dindiren ninnilerle başlıyor yama etmeye. Fonda bir takım hırıltılar. Sanki konuşmak isteyip de beceremeyen mağara adamları vardı yanı başımda. O zarafet, iğnesi ve kırmızı ipliği ile son darbeyi de vurunca minareden sesler yükselmeye başlıyor. Belki sabah ezanı, belki sela... Dört duvarın dört köşesine değen dört kara duman ayaklarımın ucundan merakla bana bakıyor. 

Tabanı sallıyor zarafetin eli. Önce uzun boylu olanlar düşüyor yere. Hemen arkasından kısa boylu olanlar. Tütün kokulu adamın gözlerinde çıkarcı bir bakış beliriyor. Zarafetin eli bu sefer gözlerine bir damla kan bulaştırarak benden uzaklaştırıyor. Uzun boylu alevlerden birinde zümrüt rengine benzeyen bir şey parıldıyor. Dişlerinde büyük delikler var. Yüzünde gereksiz bir gülümseme. Kısa boylulardan biri etlerine yapışan zevksiz bir çaput giyinerek gelmiş. Ne için gelmiş olabilir ki tam burnumun dibine? Zarafetin eliyle yerimden doğruldum. Bilmem kaç perde yüksekten konuşmaya başladım. 

"Kim için ve ne için geldiniz?"

Zarafetin eli çekiliyor dört duvarın dört köşesinden. Duman ve alev birbirinde eriyor. Eriyen ateş yerin altına akıyor. Geriye keskin bir karanlık kalıyor. Dört farklı bedendeki dört farklı karanlık birbirine uygun adımlarla uzun bir koridordan geçerek evin kapısından çıkıyor. Gecenin karanlığını yırtan tiz çığlık yeniden duyuluyor. Güneşin ilk ışıkları süzülüyor odaya. Göz kapaklarım ağırlaşarak düşüyor. Alem değişiyor, ben değişiyorum. Avucumda kırmızı örgü ipleri ve anneden yadigar yorgan iğnesi... 


...

İşte, sanki bütün hikayeyi bilen bir el var tam ensemden tutuyor. Ne zaman devirsem kendimi umutsuzluklarla dolu kayından bir ormana, gelip buluyor bir yerde ve bir biçimde. Bir şırınga umut aşı ediyor, kanıma, canıma... Ben kurumak istedikçe yeşertiyor. Ben yerin dibine geçmek istedikçe kanatlar biçip uçuruyor göklerde. Yeşertiyor yürek topraklarında ne varsa ve ne yoksa... Uçmak ile cennette olunmaz mı? İşte, cehennemi bana bırakmıyor ki yaşayayım.  Bırakmıyor beni kendimin katili olayım. Umuda hançer vurayım... 

28 Ekim 2018 Pazar

Kanla tutuşan kandil

Pinterestten alınmıştır.
Kapkaranlık pelerinini savurdu koca adam. İri yarı gövdesini sağa sola sallayarak heybetle yürüyordu. Gözlerine dikkatle bakınca anladım, artık her şey alt üst olacaktı. O yaklaştıkça rüzgar şiddetleniyordu. Her adım yeni bir rüzgar oluyor, her yeni rüzgar bir öncekine katışarak esmeye devam ediyordu. Sabit durmam gittikçe güçleşiyordu. Tüm rüzgarların toplamı bir girdaba dönüştü. Deli hızıyla geliyordu üstüme doğru. Duruşumu dikleştirdim, dizlerimi kilitledim, ayaklarımı mıhladım. Niyetim bu girdaptan sıyrıksız kurtulmaktı. 

Olanca hızıyla beni döndürmeye başladı. Ayaklarım ile başım birbirine değmiş, birbirine geçmiş gözlerim yumuluydu. Kan kokusu duymaya başladım. Paslı bir çelik levha sardı vücudumu. Zırhımı kuşanmış, girdabın hızına eşlik ederken, sanırım bitti her şey derken karanlık bir yerde buldum kendimi. Nerede olduğumu anlayabilmek için ayağa kalkıp yürümeyi denedim. Nereye bastığımı bilemediğimden yere düştüm. Düşer düşmez bütün zırhım dağıldı. Ellerimle çevreyi yoklayarak bir süre emekledim. Elime bir kutu takıldı. Sağa sola sallayınca içinden bir takım sesler geldi. Avcumdan daha büyük olan bu kutuyu açmaya çalıştım. İçinden bir şeyler çıkacağını bildiğim için kutunun içine parmaklarımı daldırdım. Elime ince çubuklar geldi. Sağına soluna dokunarak ne olduğunu kestirmeye çalıştığımda bir kibrit olduğunu gördüm. Hemen kutunun yan taraflarında kalan yüzlerine sürterek yakmayı denedim. Kibrit yandığında çevrede bir kandil bulmaya koyuldum. Etraf hala daha belirginleşmemişti. Sadece bastığım yerler kasılıp gevşiyor ve yoğun bir kan kokusu duyuyordum. Hatta her yerim kanlanmış bile olabilirdi...

Yerde ayağıma bir şey takıldı. Yuvarlanarak benden uzaklaştı. Peşinden ben de gittim. Ellerimle yeri yoklayarak bir müddet aradıktan sonra kibritin de yardımıyla buldum. Bu bir kandildi. Hemen elimdeki kibritle kandili tutuşturdum. Kibrit kutusunu cebime koydum. Kandili de elime aldım. Yürümeye başladım. İnanamıyorum gördüklerime. Etrafım kaslarla dolu. Sürekli kasılıp gevşiyor ve koca damarların içinden kanlar akıyordu. Nerede olduğumu artık anlamıştım. Burası bir canlının kalbiydi. İyi de ben buraya nasıl olmuş da gelebilmiştim? Neyse biraz daha yürüyeyim belki bir çıkış yolu bulurum. 

Yürümeye devam ederken, karşımda bir yansıma belirdi. İyice yaklaştığımda bir aynayla karşı karşıya geldim. Saçlarım, ellerim, yüzüm, ayaklarım her yerim kana bulanmıştı. Gözlerimi yumdum inanamayarak yeniden açtım. Gözlerimi açtığımda ayna paramparça oldu ve kırık parçaları  bedenime doğru gelmeye başladı. Bütün vücudumda büyük bir acı hissettim. Elimdeki kandili sıkı sıkı tutuyordum. Diğer elim de cebimdeki kibrit kutusunu koruyordu. Kırık camların sonuncusu da vücudumu kesip geçtikten sonra yürümeye kaldığım yerden devam ediyorum. Yaralarımdan kanlar akmaya başlıyor. Ellerimdeki ojelerin rengiyle etlerimin arasındaki farkı ayırt edemiyorum artık. Bu sırada arkamdan bana yaklaşan bir soluk hissediyorum. Hızlıca geriye döndüğümde birden yok oluyor peşimdeki soluk. Yoluma devam ediyorum, bir çıkış yolu bulma ümidiyle. Ancak yeniden aynı soluğu hissediyorum arkamda. Bu sefer takip etmesine izin veriyorum. En azından boş bulunduğu ilk anda tepesine çöker kibritle aleve verir öylece kurtulurdum. Tüm bunları içimden hesap ederken tam ensemde hissediyorum bu soluğu. Kandilimi kafasına vurmak için ani bir dönüş yapıyorum. Benim dönüşümle manevra yapması bir oluyor. Bu sefer yeniden vurmayı deniyorum ama ben ona vurmak isterken elim sabit kalıyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Ensemde hissettiğim soluğu bu sefer her tarafımda hissetmeye başlıyorum. Aynı anda çarpıyor esintisi tenimin her yerine. Bu sırada kan kaybetmeye devam ediyorum. Çevremde dönmeye başlıyor. Her dönüşünde biraz daha başım dönüyor. Her dönüşünde biraz daha gözlerim kararıyor. Her dönüşünde derim biraz daha yenileniyor ve kalınlaşıyor, sağlamlaşıyor. Yenileniyorum baştan ayağa. Zırhımın parçaları paslarından temizlenmiş bir şekilde derimin altına yerleşiyor yeniden. Bu soluk neydi? Kimdi? Veya kimindi? sorularıyla sesleniyorum.
"Kimsin sen?" 
"Hey!"
"Cevap ver..." Yeni bir rüzgar esmeye başlıyor. Bu defa karşımda bir yığın silüet beliriyor. Bir kısmı tanıdık geliyor. Geçmişte kalbini kırdığım insanlar veya bir biçimde kalbimi kırmış insanlardan oluşuyor.  Garip olan, henüz tanımadığım insanlar da var bunların aralarında. 
"Nişan al!" diye bir komut geliyor. Bu esnada kuvvetli bir rüzgar daha esiyor. Sabit durmaya çalışıyorum. Az önce ensemde ve tüm tenimde hissettiğim soluğu bir anda yeniden tam burnumda hissediyorum. Aman Tanrım yoksa bu Azrail mi? Hayır şimdi değil!..

Rüzgar gittikçe daralarak tek bir merkezin etrafında dönen hava kütlesi biçimine dönüşüyor. Bu kütle gittikçe hızlı dönmeye başlıyor ve sonunda kesiliyor. Dumanların arasında küçük bir adam beliriyor. Kısacık saçlarının uçları kıvrılmış. Gözleri kahverengiyle alevlerin arasında bir tondan. Çenesi sivri. Burnu ince ve yanakları çok hafif çilli. Teni beyaz, tıpkı bir vampir gibi ama vampir değil. Dişleri oldukça sarı ve ağzından keskin bir tütün kokusu geliyor. Hesap soran bir gülümsemeyle bakıyor suratıma.
"Ne istiyorsun benden?"
"Seni aynaların öldürmesine izin veremezdim."
"Sen mi öldüreceksin?" Alaycı bir şekilde gülümsüyorum.
"Kimin öleceğini ikimiz de bilmiyoruz. Kulağındaki küpeleri çıkarmanı istiyorum."
"O niyeymiş? Kim olduğunu daha söylemedin."
"Tanıyoruz birbirimizi biraz düşünmelisin sadece. Şimdi, küpeler!.."
"Çıkarmıyorum."
Arkasını dönerek ellerinde silahlarla bana nişan almış bir yığın insanı gösteriyor. 
"Bu kadar kolay ölmemelisin."
"Korkaksın sen, kıl kuyruk!" dedikten sonra yumruklarımı sıkarak olacakları beklemeye başladım. Kocaman bir kahkaha attı. 
"Kurşun ile şakalaşıyorsun."
"Bekliyorum..."
"Üzgünüm güzel kadın, seni bu kadar kolay yok etmek istemezdim."
"Eyvallah..."
"Haydi eyvallah..."
"Nişan al!.."
"Ateş!.."

O anda tüm vücudum sarsılıyor ama kurşunlardan değil. Bütün kurşunlar pişkin pişkin gülen o kısa boylu, tütün kokulu, çirkin adamın gözleri önünde ayaklarımın ucuna dökülüyor. Sapa sağlam ayakta olduğumu görünce hırslanıyor. Yeniden ateş emri veriyor. Kahkahalar eşliğinde beni yok etmek niyetinde. Ama ben biliyorum ki o gün bugün değil. Gözlerimi kapatarak bekliyorum olacakları. Kurşunlar yeniden ayaklarımın ucuna dökülüyor. Buna karşılık sinirleri bozuluyor, ağzından salyalar akarak belindeki kılıcı çekiyor. Az önce derimin altına yerleşen zırh yeniden bütün bedenimi sarıyor. Elimdeki kandil havada asılı kalıyor. Sağ elimi kalbimin üzerine getiriyorum. Beynimden süzülen bir kılıç çıkartıyorum kalbimden. İşte o anda anlıyorum karşımdakinin kim olduğunu. 
"Demek sensin!?"
"Ne sanıyordun?"
"Bu kadar alçalacağını düşünmemiştim."
"Hazır mısın?"

Bir müddet mücadele ediyoruz. Son kılıç darbemi ayaklarına vuruyorum. Ayakları ile bedeni birbirinden ayrılıyor. İşte o sırada tam karşıdan yine aynı pelerinli ve heybetli adam yaklaşmaya başlıyor. Gözlerime inanamıyorum. Her yaklaştığında biraz daha sıkı sarılıyorum kılıcıma. Dudaklarımı ıslatıyorum ve yutkunuyorum. Pelerinini savuruyor. Ellerini iki yana doğru açıyor ve bir elinde ne olduğunu kestiremediğim oval bir cisim beliriyor. Bütün dertlerimi, güçsüzlüklerimi içime gömercesine derin bir soluk alıyorum. Yeni bir dövüşe hazırlıklı olmak için bunu yapmak zorundayım. Her adımında yeni bir güçle kavrıyorum kılıcımı. Karşıma geldiğinde vakarla bana bakıyor. Göz bebeklerimden kalbime inen bir yol keşfetmiş gibi yani... Babacan bir sıcaklık hissediyorum kalbime akan ama her şeye rağmen kılıcımı sapasağlam tutuyorum. Elindeki oval cisim bir taçmış. Tacı başıma yerleştiriyor. 

Daha derin bir soluk alıyorum. Gözlerimi kapatarak buradan çıktığımı hayal ediyorum. Ayağımda bir pranga hissediyorum. Bir yandan ayaklarımı çekmeye çalışırken bir yandan da buradan çıkışımın hayallerini kuruyorum. Birden etraftaki kan kokusu yok oluyor. Gözlerimi açtığımda ayaklarındaki prangayı kırmaya çalışan bir güvercin olduğumu görüyorum. Azimle kanat çırpıyorum ancak olmuyor. Bir an sakinleşiyorum, kanat çırpmaya devam ediyorum ve geriye bakıyorum. Bir insanın kalbini yırtarak dışarıya çıkmaya çalışıyormuşum meğer. Daha dikkatle baktığımda bu adamın kurak bir toprak gibi çatlaklarla dolu olduğunu fark ediyorum. 

"Kimsin sen?"




Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...