6 Eylül 2019 Cuma

Gecenin Soğukları

"Anan baban..."
"Baban nerede senin?"
"Anan baban nerede senin?"
"Nerede?"


Peronların sağındaki santurdan nihavend notaları geliyor. Eşlik ediyorum... Mırıltılarım motor seslerine karışıyor:

"Gönlümle oturdum da..." 
"...hüzünlendim..."

Otobüslerden ciğerlerime doluyor egzoz.

"Dağlar ağarırken..."
"...tepelerde..."

Yeryüzü ayaklarımın altından kayarcasına;

"...sen nerede..."

kaçıyorum.

"...o fecrin ağaran dağları nerede..."

Anılarımdan, kirli saçlarımdan, küçük kızdan, çingene kadından, pasaklı bebek arabasından ve 
kadınlığımdan.

Kaçıyorum.

"Sen neredesin..."

Kaçıyorum!

"...ey sevgili..."

Dolu dizgin kaçıyorum hepsinden. 


"...yaz günleri nerede?..."


Bir kum saatinin içine hapsediyorum zamanı. Dönüp dolaşıp aynı yerde sayıklıyor dakikalarım. 

S
aklanıyorum.

Sorumluluklarına sırtını dönmüş herkes gibi... Vicdanım öylesine rahat ki... Dünya yansa da elimi sürmem. Merhem olmam bir yaraya. Bir feryada kulak vermem. Nidasından şifa damıtmam.

Kendimi eve atmam gerek. Bakıyorum, etrafta koşturan insanlar görüyorum. Ezilecekler... Ezecekler neredeyse birbirlerini telaştan. Neyin acelesi bu? Zaman... Galiba ofis ile alakalı bir şey değil. Sizin telaşlarınızla yakalamaya çalıştığınız şey... Bende akmıyor. Keşke becerebilse idiniz de tatmin etse idiniz doyumsuzluklarınızı.

Pek ala buna ne demeli? Uyumsuzluk mu? Bilemiyorum. Yerinde saymayı bile başaramayan adımlarımla geçiyorum hatıralarımın üzerinden. 


"Anan baban..."
"Anan nerede?"

"Senin baban nerede?"
"Senin anan baban nerede?"
"Neredeler?"

"Söyle!"
"Neredeler?"

Çatışmanın sınırları
Babaların kızlarına olan düşkünlüğünü acaba anneler de oğullarına karşı aynı özen ile gösterebiliyor mu?

Belki abartıyordur bile... Paşam diye sevilen bir kız çocuğu hiç gördün mü?

"Neredeler?"

Anneler ile kızları arasındaki ilişkinin dolayımlandığı baba çoklu çıkmazlar doğurur. Varlığının yüzde ellisinden fazlasını anasının doğurganlığına borçlu genç dişinin ilk rakibi kendi genlerinin yüzde ellisi civarında.

Başlangıçta hadım edilmiş oğlan çocuğu... Endişe... Neden pipimi kestiler?.. Evet... Cezalandırdılar beni... Yahut... Öyle olduğunu zanneden küçük kız...

"Anan baban..."
"Baban nerede?"
"Anan baban nerede senin?"
"Nerede?"

"Neredeler?"
"Söyle!"


Kirli saçlarımdan çekiştiriyor otuzlarının ortasında beş çocuk annesi halam.

"Anan baban nerede senin?"

deyiveriyor; oğlu.

Zaten, ne zaman görsem korkardım ondan. Geceleri odamıza izinsiz gelirdi çoğu kere. Kız kardeşimle bir olur saklanırdık. Ancak bir yolunu bulur rahatsız ederdi bizi. Pek ala bunu niçin yapardı? O zaman anlayamazdık...

Aklımız kesmezdi ki.

"Neredesiniz?"

Daha dördüncü sınıftaydım ve canla başla çalışıyordum. O zamanlar avukat olmayı isterdim. Çok isterdim. Babam da isterdi. Hem ben babamın üzülmesinden korkardım.

Çocukken...

Büyüdükçe geçti. Korkmaz oldum hiçbir şeyden.

Celal'den bile...

O ise babasının tamirhanesinde otururdu gün boyu. Caddeden geçen tüm kızları baştan aşağı süzerdi. Kadınlara mal muamelesi yapmaktan kaçınmazdı. Üstüne başına bakmaz bir de gider salça olurdu güzelim kızlara. Biraz bacakları görünmeye görsün... Kendine hemen pay çıkarır laf da atardı. Şehrin tüm kızları yaka silkmişti onun bu hallerinden. Keşke... Bir tek tavırları çirkin olsaydı keşke! Kirlenmiş kıyafetleri de ne kadar yıkanırsa yıkansın bir türlü temizlenmezdi. Eli yüzü de hep kirli görünürdü. Hem pis hem çirkin hem de yüzsüzdü.

İçi ayrı dışı ayrı kirliydi. Belki içinden dışına yansıyan bir pislik söz konusuydu. Annesi de bir güzel fırça atardı her akşam ona. Temizlemek istediğinden değil. Erkek annesi olmanın verdiği kudreti vurgulamak ihtiyacından... Üniversite sınavında da başarılı olamıyordu zaten.

Aramızda kalsın, beceriksizdi biraz.

Ayrıca gözlerinden çıkan menfaat ışıkları öylesine dokunur, rahatsız ederdi ki... Kaçardık ondan. Halbuki ince kaşlı, top sakallı, kabarık saçlı sempatik de bir oğlandı. Benden yaklaşık on yaş büyükçeydi. Her fırsatında elini belime koyardı. Halam da;

"Bak kız, ne çok sevdi seni ağabeyin."

derdi.

Kabus geçirdik bir yıl. Sonu hiç gelmeyecek bir kabustu sanki.

Ölmedik...

Ama eşiklerinden döndük ölümün...

O kovaladı biz kaçtık. Bir gün yakalanacak mıyız?.. 


Belki...

Bir kalleş kurşuna...

Adına namus deyip vururlar.

Belki bugün...

Çünkü bacaklarımızın arasında aradınız namusu...

Beynindeki uru aldıramayan adamları sünnet oldu diye Müslüman saydınız. 

"Neredesiniz!?"

Kabus
Üçüncü sınıfın sonunda babam köydeki eğitimden hayır gelmeyeceğini anladı. Ertesi yıl şehir merkezindeki okula geçirdi kaydımızı.

Parasızlığın ve namus belasının başımıza ördüğü 
ilk çoraptı halamın evinde kalmak.

Bir mayıs gecesi...

"Konuş!"

Kardeşim de ben de öylesine sıkılmıştık ki her gece saat yedi buçukta uyumaktan.

Günün neredeyse yarısını uykuda geçiriyorduk.

Evimizdeyken, geceleri babam bize portakal soyar yedirirdi kışları. Saat on olduğunda da öper yatağımıza yatırırdı. Gece eğer soğuk olursa -ki Erzurum'da sıcak kış geçirmenin hayali bile ayıptır- gelir üstümüze bir kat daha yorgan atardı. Bazen meyve yerine fındık, fıstık olurdu.

Az olurdu.

Parasızlıktan bize nasıl yeteceğini şaşırırdı hatta...

Ama baba sevgisiyle, aşk ile doyardı karnımız.

"Şimdi..."

"... neredesiniz?"

Uykuda peşimizi bırakmaz... Tatlı düşlerde portakal kabuklarından gemilerim ile Rusya'ya giderdik. Oradan demir alır Japonlar ile ticaret ederdik. Dönüşte paraşütümüz ile Hindistan'a iner bir tur yoga yapar, uçan halılarımızla evimize dönerdik. Gemi yok olurdu rüyanın ortasında. Uçan halı, paraşüt, uçak yahut tren... Hiç fark etmez... 

Yolcu nereye gitmek istediğini bildikten sonra...

Gemi ile de döner idik ara sıra... 
Babam kaptan olur biz de tayfası. Annem baş yardımcı. Neden hep onu baş yardımcı olarak görüyordum? 

Bilinmez.

Çocuk aklı işte...

Halbuki annem olmasa babam belini doğrultamazdı...

Halama geldiğimizden beri ruhsuz, iştahsız ve isteksiz geçiyor günlerimiz. Bir de rüyalarıma bir nene gelmeye başladı. Nene mi ana mı bir tuhaf gerçi. Yaşlı görünüyor ama çevik hareket ediyor. Son zamanlarda oldukça sık görür oldum.

O gece de rüyalarımın anası uyandırdı beni.

"Sizler!"

"Neredesiniz?"

Tuvalete gitmek için doğruldum yerimden. Evde bir aşure kokusu... Burnumun direğine dokundu. Saç tellerim arasından ayağa düştü. İnsanlık onuru gibi... Paramparça olmuş aynalar gibi...


"Ez geç!"

Çok da severim annemin kara buğdaylı aşuresini. Bazı zamanlarda içine darı da koyar... Darılı aşure o yıl sürpriz olurdu bize.

Sarıyı da darıyı da sevdirir annem.

Geçen yıl bizi halama uğurlamadan evvel de bir aşure kaynatmıştı. Kardeşimle sildik süpürdük... O kadar çok yedik ki! Kaç kase idi?.. Annem bile sayamamıştı. Keyfimiz yerine geldiğinde annem oturttu bizi karşısına.

Ela gözlerini iyice kıstı, burnunu kırıştırdı ve konuşmaya başladı:

"Bak Ayral'ım. Burası babanızın evi. Rahatınız yerinde. Yediğiniz de giydiğiniz de kimseye dokunmaz. Ama elin evi böyle olmaz. Elin ağzı durmaz yavrucuğum. Sabah yola çıkacaksınız. Halanız alacak sizi... Evine alacak... Yuvasında bakacak... Onu sevdiğinizi biliyorum. Hatta benden de çok seviyorsunuz ama elin evinden bana sizinle alakalı laf gelmesin. Kimse bana "Kızların şöyle" diye yakınmasın. El alemin diline düşersek rezil oluruz. Bir de saçlarınıza bit bulaşmasın. Ayral sen kardeşinin saçlarını da örersin. Bir de oğlanlarla göz göze bile gelmeyeceksiniz. Duymayacağım. Ders çalışın. Çok çalışın. İnsan olun diye gönderiyoruz sizi şehre." 

İçime bir şeyler oturdu.

"Neredesiniz?"

Annem neden bize güvenmiyor?

Neden şimdi bana el aleme bizi rezil etmeyin diyor? Bir şey mi yaptık acaba?

Laf eden mi olmuş köyde yoksa?..

Odanın kapısını açtım. Koridorun sonuna yürümem gerek lavaboya ulaşabilmem için. Yürüdükçe kokular yoğunlaşıyor.

Yürüyorum!

Burnuma bambaşka kokular gelmeye başlıyor.

Celal'in kahkahaları da...

Halamın sesleri kulağımda:

"Ye paşam! Yarasın!.."

Salonun kapısından geçmem gerekiyor. Kokulara kahkahalar karışıyor.

"Neredesiniz?"

Aile saadeti böyle bir şey mi?..

Kafamı kaldırıyorum. Mahmur gözlerle bakıyorum içeriye. Celal ayaklarını koltuğun tepesine uzatmış yatıyor. Halam masanın başında. Sofraya börekler, yemekler, aşureler dizilmiş güzelce. Masa örtüsü mor menekşelerle süslü. Boğazımda yumrular diziliyor. Ses çıkarmadan lavaboya gidiyorum.

Halam bizi niçin bu şekilde cezalandırmış olabilir?

Söyler misin anneciğim; sizin namusunuza laf getirecek ne yapmış olabilirim?

Pek ala halamı bundan sonra nasıl ciddiye alacaksınız? Hayır, onun yerinde başkası olsaydı da... Bu iki yüzlülüğü nasıl affedelim? Bu aymazlığın neresinden tutup bağrımıza basalım?

Cevap versene...

Bu bencilliğin neresine merhem sürüp rehabilite edelim? Topluma nasıl kazandıralım? 


Eve geldiğimde peruğumu çıkarttım. Jean pantolonum, beyaz t-shirtüm ve spor ayakkabılarımı geçirdim üzerime. Öylesine doygun hissediyorum ki... Kıyafetlerim ruhum oluyor -iş yerinde değilken-.

"Neredesiniz?"

Yanımdaki yaşlı teyze

"Son durağa geldik kızım insene!"

demeseydi evime de gelemeyecektim. Bir daha insanlar ile temas kurarken dikkat etmeliyim.

Sonra duraklar kaçırıyorum. Dinmiyor geçmemiş fırtınalarım... Geçmişe yolculuğum...

Her cuma akşamı evimin az ötesindeki küçük birahaneye uğrarım. Bu defa biraz gecikmeli gidiyorum. Yaşar ağabey boynundaki altın suyuna batırılmış taklit kolyesi ile karşılıyor. Her zaman ne kadar içiyorsam bugün de o kadar içiyorum. Bu defa kesmiyor, susmuyor zihnimin içindekiler... Susturamıyorum...

Madem seni ele geçiren bir şeyler var, yok etmenin de yolları var değil mi?

Gözüme kestirdiğim bir kadınla beraber dönüyorum eve. Güzel görünüyor ama biraz aklı eksik...

Yoksa?..

Kız çocuklarının beynini mi hadım ediyorlar daha ufacıkken?..

Kafasındaki koyu gri şalı ensesinde bağlamış. Göbeği açık bluzu ile bol kesim pantolonunu da beyaz papuçlar ile tamamlamış. Boynu bir fidanın gövdesi gibi... Dudaklarındaki ruj gülün en solgun tonlarından seçilmiş. Kemikli bir surat; gözlerinin altı çökük, parmakları çarpık, dişleri inci kolye...

Gözleri harmana yığdığımız otların renginden. Lacivert küpeleri ise gece penceremden izlediğim gökten süzülüp gelmiş... Konuvermiş kulağının memesine. Anahtarım tıngır tıngır... Sağa sola yalpalıyorum, yanımda yabancı bir kadın.

"Adın ne senin?"

diyorum kapıyı açarken.

"Reyhan"

diyor.


Salondaki deri koltuğa yığılıyoruz birlikte. Ardından bir kahkaha patlatıveriyor Reyhan.

Gülümserken bir nehir taşıyor ağzından. Yutkunmaya, kendini bastırmaya çalışıyor; beceremiyor. Kıkırdamaya doğru evriliyor sesler ancak asla durmuyor. 


"Başını açmak ister misin?"
"Aa, evet. Unuttum."

Kaykılarak başındaki iğneleri çıkarıyor. Ben de kalkıp bir bardak su içmeye gidiyorum.

"Evde şarap var mı?"

diye sesleniyor mutfağa yönelirken.

"Dolaptan alabilirsin."

Buzdolabının kapısını açıyor. Şişeyi ve raftan orta boy su bardaklarını alıyor. Parmak uçlarıyla basmayı deniyor. Dengesini arayan adımları mermere dokunuyor. Topuklarının pembesi yerini sarıya bırakıyor. Yoklayarak basıyor zemine.

Her an her şey olabilir. 


Dudaklarına değme şansı bulursun; şişenin...

Düşebilirsin!

İyiliğin kucağına veya çirkinin göbeğine.

Bir adamın...

Kadının kolları arasına.

Aşkla... Yok yok... Belki yalanlarla sarar.

Hatta dikenleri yüzüne batar bazen. Sarılmak ihtiyacından ses çıkarmayız.

Oysa kim ister sahte ninniler ile uyutulmak?..

Saçları salınıyor omuzlarına vuruyor.

Bakıyorum!

Teni toprak gibi. Bağrına basacak bir ırmak arıyor. Anaç; sevgi dolu elleri, etli ve kısa parmakları.

Çizsem?..

Bir güzel olur...

Ama asla dokunmak kadar olamaz.

Yoksa?.. Olur mu?..

Her baktığımda yeniden dokunurum.

Kalmazsa?.. Yanımda...

Yazayım o halde. Hem yazıp hem çizeyim. Her ihtimale karşı.

Ne diyorduk?

Her an her şey olabilir.

"Şuradaki kadın kim?"
"Kim?"
"Şu işte... Tuvaldeki... Kilolu olan."
"Bilmem..."
"Babaanneme benziyor."
"Hiç gördün mü ki?"
"Hayır..."

Biraz sessizlik...

"Iıı... Şey, beni de çizmek ister misin?"

İçimi mi okuyorsun güzellik? 

"Geç bakalım şöyle."
"Doldurayım bardakları..."
"Olur..."

Ortalığı kekik kokusu sarıyor. Üzümden yapılmıyor muydu bu?..

"Onunla gezerken terlemiyor musun?"

"Neyle?"

Deri koltuktan aşağı doğru kayan eşarbı işaret ediyorum.

"Hiç sorma ya..."
"Niçin takıyorsun?"
"Aksesuar."
"Hiç baskı yapmadılar yani?"
"Aman... Boş versene... Haydi çiz beni."

Boş eskiz kağıdım... Yumuşak uçlu resim kalemim ve Reyhan... Hepsi elimin altında.

İktidar benim!

Reyhan kafasını ileri doğru uzatıyor.


"Neden suyun içinde gezebiliyor?"

Sadece suyun içinde değil, duvarlarda da görüyorum. İçimi ne zaman korku sarsa, başım ne zaman sıkışsa yanı başımda bitiyor.

Celal...

Sanki adaletin terazisi şaştığında... Şahlanan atının sırtında nişan almış bir kadındı...

Tanrı tarafından yüceltilmiş.

Tıpkı İsa gibi...

O ne zaman gelse yer ve gök birbirine girercesine sarsılır. Ya da adalet dengesi bozulduğundan yer de gök de durulmazdı.

O da dengeyi bulmak için gelirdi. 


Ben hiç korkmazdım.

O geldikten sonra korkunun, endişenin yeri olmazdı gönlümde. Yüreğimdeki acıya... İntikam ateşine su serperdi.

"Hım..."
"Söylemeyecek misin?"
"I-ıı..."

Annemin aşure kokusu burnumda tüterken döndüm odaya. Yatağın köşesine uzanıverdim...

Ölümün kıyısından yelken açmak üzere sonsuza... Veya isyan çığlıkları ile koparırsın bir yaygara.


"Neredesiniz!?"

"Asası da var. Musa Peygamber mi yoksa?"

Bir kahkaha atıyorum.

"Ne çok merak ettin?"

Bu sefer olmayacak...

Pek sevgili anasının kucağına dönmek zorunda kalıyor. Celal... İki fesat ruh sarmaş dolaş...

O dünyada bana yer yok.

"Anlatsaydın..."

Reyhan'a yanıt vermek arzum ile Celal'in kadınlara bakışı arasında bir ilişki var. Bir dokunuş... Taciz bile olsa savunacak bir tarafını bulursunuz; çünkü roller çoktan dağılmıştır sizin için.

Kadınlar ve erkekler dünyamızdaki en büyük iki düşman aile midir yoksa? Aynı ailenin üyeleri bu nedenle mi yasaktır?..

Aynı cinsten gelen sevgi hangi kalıba sığar?

Celal'in bakışlarına kimin töresi göz yumar?

"Daha iyi bir fikrim var."

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...