31 Ocak 2019 Perşembe

Ölüler evi

Puslu bir geceye uyandık ben, sen ve fonda çocukluktan kalma anılarım. Ne de olsa finallerim de bitti. Gündüz uykusuna yatabilirim artık ve gecenin bir vakti uyanabilirim. Canım nasıl isterse yani... 

Üsküdar'dayız bir akşam vakti. Sarı kıvırcık saçlarını geriye atarak okuldan çıkıyor kardeşim. Gözlerinden okunuyor büyük adam olmanın hikayesi. Sonra annem geliyor vapur iskelesinden bana doğru. Buluşuyoruz ve birlikte yemek yemek için bir yerler arıyoruz. Mc Donald's'da ne işimiz var ben de pek çözemiyorum. Annem
"Çocuklar ben balık yiyeyim. Siz takılın burada." Diyor.
Halbuki ondan beklenen
"Haydi hep beraber balık yiyelim." Cümlesi olurdu... Kendisi obeziteye savaş açmasıyla meşhurdur.
Ayrıldı bizden, kardeşlerin de annelerinden sakladığı sırları olur. Gizlileri döktük masaya.

"Geçen gece..."diye söze girdim.
"Geçen gece, dolunaydan mıdır bilinmez, yalın ayak çıktım evden. Yerlerde tozun 'te'sine bile rastlayamazsın ama öyle temiz etraf. Sakin sakin gittim mahallenin bakkalına. Ben görmeyeli epey kalabalıklaşmış buralar, enflasyon bu bakkala iltimas geçmiş demek ki. O küçük bakkal birden kocaman marketlerden birine evrilmiş öyle ki tuvaleti bile var! Hem de bir sürü. Buna rağmen tuvaletlerin kapısı kırık, fayansları sökük, kapkara betondan zemine basıyorum çıplak ayaklarımla. Beyaz tüller yeri süpürüyor. Eteklerimin rengi isleniyor, pisleniyor. Bir paket kıt kıt alıp çıkıyorum oradan. Arkamdan birisi fısıldıyor sonra "Burada kalacaksın, konuşacağız." Arkama bakıyorum kimsecikler yok. Mahşeri kalabalığın arasında kim diyebilir bunu?.. Henüz buna aklım ermiyor. Kasada gençten bir adam duruyordu, yanakları içe çökük. İkinci bakışımda göremedim ne hikmetse. Yok oldu gitti. Geldim evime, yine aynı yoldan buldum kendimi. Ayaklarımın altına baktım pislenmemiş hiç. Sence deliriyor muyum?"
"Evliyaların olur öyle kerametleri."
"İlahi kardeşlik, ne güldürdün beni."
"Kadrolu olmaz bu iş, biliyorsun."
"Kırmızı rujlu, kola içen evliya. Bak sevdim ben bunu."
"Hiç kendini kaptırma hemen geri alır kosmos bunu senden."
"Ne yapayım peki?"
"Affet!"
"Konu ne ara affediciliğe geldi?"
"Kendini affet."
"Evliyalığı sana devredeceğim söz. Yeter ki konuyu saptırma."
"Minicik bir kız çocuğu olarak kalmak isterdin. Bilmiyorum sanıyorsun."
"Günlüklerimi mi okudun yoksa?.."
"Hayır, gözlerine baktım abla."
"Ne olmuş baktıysan?"
"Rimelin akmış."
"Çantamı uzat, hemen, ya da dur dur, ayna var içinde bir de ıslak mendil, sen sadece onları uzat."
"Abla!"
"Efendim canım?"
"Rimelinin akması önemli değil, insanlar seni unutur ama sen kendini unutamıyorsun. Şuan kimse bize bakmıyor."
"Evet, her geçen gün çekiciliğimi kaybediyorum."
"Ya hu bir kere de doğru anla beni. Çekicilikten bahsetmiyorum. Kimsenin umurunda değiliz. Bir sal kendini."
"Peki sonra?.."
"Sonrası basit, Freud çakması bir psikolog bulacaksın. Çocukluğuna ineceksiniz."
"Dalga geçme ablayla çarpılırsın."
"Ablacım, bir psikologtan yardım alabilirsen eğer kendinle yüzleşmen daha kolay olur. Gece yarısı yatakta fır dönüp, sınavlara son dakika yetişmekle olmaz bu iş, toparla kendini. Kendinle barış, bak tanıdığım bütün evliyalar böyle tembih eder müritlerine."
"Dilini iğne iplikle dudaklarına dikeceğim birazdan. Sanki kaç tane mürşit tanıdın da ahkam kesiyorsun bre cahil?"
Gülüştük biraz. Sonra cevap geldi. İlle laf yetiştirecek.

"Evliya diye senden gayrı kimseyi tanımam ben."
"Aferin yavrucuğum, şimdi öp elimi ardından bir şişe su al gel. Hamburgerim soğudu senin yüzünden."
"Ah ablaaa..."
O su almaya giderken annem geldi yanımıza. Şöyle güzelce kuruldu sandelyeye. Ben buraların tek hakimiyim diyen bir ifadeyle. Kumral saçlarını ensesinde topladı sonra baktı ki henüz yemeğimiz bitmemiş kutudaki patateslere uzattı parmaklarını.
"Ay çok sevimli duruyorlar."
"Anne, sağ gösterip sol vuruyorsun son zamanlarda."
"Ay çocuğum sorma. Geçen hafta 61 kiloydum, bu sabah bir baktım ki 64.5 olmuşum. Depresyondayım evladım. Patates yemişim çok mu?"
"Menopozdan olmasın?"
"Sus kız hatırlatma durduk yere. Kardeşin nerde?"
"Mürşidine su alacak. Gelir birazdan."
"Tarikat mı olacaksınız başıma? Aman Allah'ım, al beni Ya Rabbim. Tövbe estağfirullah."
"Anne sakin ol."
"Şekerim, tansiyonum... Ay hepsi birden düşüyor bir de Allahsızlar. Gözlerim kararıyor. Bana birşeyler oluyor Sude."
"Annecim sakin ol. Gelir şimdi. Bana su almaya gitti. Çalışsın biraz niye ayılıp bayılıyorsun?"
"Mürşit dedin. Yoksa Hurşit mi dedin de ben yanlış anladım."
"Yok anne ne Hurşit'i..."
"Neyse... Mürşit demediysen sorun yok çocuğum."
"Tamam anne al sen patatesleri ye."
"Olur yavrum."

Kardeşim elinde su şişesiyle bize doğru yaklaşıyor. Annem sesleniyor,
"Oğlum, Hurşit'e su almayı unutmadın değil mi?"

21 Ocak 2019 Pazartesi

Çizmeler

"Sen sanıyorsun ki güçlü görünürsem güçlü olurum. Kendini kandırıyorsun. Aynaya baktığında gördüğün bir harabeyse eğer kimin sende ne gördüğü hiç önemli değil. Kendine bak! Nesin sen? Metruk bir bina, hem de betonarme. O kadar güçsüz ve kırılgan. O kadar kalitesiz malzemelerden yapılma."

"Çok biliyorsun sen."
"Sus sakın ağzını açıp konuşma. Saatlerce yerlerde kıvranarak düşüncelerinle boğuştuğunu anlamıyorum sanıyorsun değil mi? Gözlerinin etrafındaki çizgileri okuyamıyorum sanıyorsun. Sana kızıyorum, yok yok, acıyorum. Kendini hapsettiğin o kafes var ya hani... Benim gibi dışarıda tuttuğunu sandığın insancıkların bir kısmı içerde ne olup bittiğini anlayabiliyor."
"Hiç de bile!.. Ben göstermesem kim görecek yaralarımı? Sen mi? Konuşman için sana fırsat veren benim. Ben istemezsem bana dair hiçbir şeyi göremezsiniz."
"Emin misin?"
"Evet."
"Peki o zaman. Aç bileklerini!"
"Ne!?"
"Aç bileklerini dedim!"

Yere doğru büküldü. Çizmelerini çıkardı. Sonra çoraplarını sıyırdı ayaklarından. Çarpık çurpuk parmakları vardı. Toplasan benim ayaklarımın yarısı etmezdi. Paçalarını yukarı çekti ve gösterdi. 
"Halhalı da çıkarayım mı?"
"Hayır!" dedim. Kendini savunmasına izin vermeyecek bir hızda ona doğru ilerledim. Kollarını sıkıca kavradım. Bir müddet çırpındı. Neden sonra gevşedi külçe gibi bıraktı kendini. Teslim oldum diyen bir tavırdı bu. Yavaş yavaş bıraktım onu kendi haline, o da kazağının kollarını sıyırdı.
"Aferin yola geliyorsun."
"Çok konuşma!"
"Evet, diğer kolunu da aç."
"Görüp ne yapacaksın. Biliyormuşsun işte."
"Beni sorgulama."
"Git buradan."

Diğer bileğini açarken gözlerinden ince yaşlar sızmaya başladı. Yanağındaki beni teğet geçti. Odayı tentirdiyot kokusu sarmaya başladı. Kendini küçük bir çocuk gibi hissediyor olsa gerek, gözlerime bakkaldan sakız çalmış muzur kız çocukları gibi bakıyordu. 
"Oldu mu?" dedi.
"Hem de ne güzel oldu." diye karşılık verdim. Omuzları öne doğru düştü. Boynu artık beyninin içindekileri taşımaktan mıdır nedir, güçsüz bir düşüş yaşadı. Kendi hiçliğine düştü. Ordan çıkıp evrenin içindeki hiçliğe hapsetti kendini. Kilit üstüne kilit vurulmuş sandıklar gibi göründü gözüme. Sır dolu ama aslında açılması çok da zor olmayacak kadar eğreti... Pantolon paçasına tutturulan teğeller gibi ha düştü ha düşecek. Sesimi yumuşattım.
"Yorma kendini."
"Bir sebep ver bana!"
"?!?"
"Ölmek için bir bahane ver. Bir cümle yetebilir belki."

"Sen sanıyorsun ki güçlü görünürsem güçlü olurum. Kendini kandırıyorsun. Aynaya baktığında gördüğün bir harabeyse eğer kimin sende ne gördüğü hiç önemli değil. Kendine bak! Nesin sen? Metruk bir bina, hem de betonarme. O kadar güçsüz ve kırılgan. O kadar kalitesiz malzemelerden yapılma."
"Haklısın."
"Haydi, öl şimdi."
"Ne demek istiyorsun?"
"Diyorum ki, yapabileceksen yap. Gözlerimin içine bakarak..."
"Buna tahammül edebilecek misin?"
"Cesaret edebilecek misin?"
"Niçin?"
"Sus, korkak."
"İyi, sustum."

"Bu sabah uyandığımda bir koku duydum. Dereotlu poğaça kokusu... Bir müddet gözlerim kapalı kaldı. Açmak istemedim. Ellerimle çektim yorganımı saçlarımı da örtsün ve yok etsin beni diye. Sıktım dişlerimi, ellerimin etlerini yolmaya başladım yeni manikürlenmiş tırnaklarımla. Geç dönem ergenlik diyeceksin sen buna. Oysa benim için adı da soyadı da hasret. Biraz kıvrandım dizlerimi göğüs kafesime kadar çektim. Nefesimi sakladım ciğerlerimde. Keşke ıslak kül tablası kokusu gelseydi burnuma diye çok geçirdim içimden. Ama bu bildiğimiz dereotlu poğaça kokusuydu. Hem de buram buram doluyordu odama, ciğerlerime. Yorganı attım üzerimden. Meğer daha önce hiç yere basmamıştım bugünden evvel. İç çamaşırlarımı doldurduğum çekmeceyi açtım. Her şeyi dışarıya boşalttım. Ne var ne yoksa halının üzerine yığdım. Eski bir fotoğraf duruyordu karşımda. Yıllar önce, henüz daha ergenliğe yeni girmiş bir erişkin adayıyken saklamıştım bunu buraya. Aldım avcumun içine. Kundakta bir bebek, annesinin kucağında öksüzlüğün ne olduğundan habersiz öyle mırıl mırıl horultularla uyuyor. Anne, baba, kundak...  Sonra öpücüklere boğdum o nostalji kokulu fotoğrafı. Yeniden yeniden öptüm. Geceden kalma ağrılı başımla yarısı yastık yüzüme yarısı da suratıma akmış makyajımı renkli yüzeyine bulaştırarak. Elinden gelse bebek durduracak zamanı, bilse olacakları... Uykumdan uyanabilseydim bir... Mutlaka dur derdim... Mutlaka derdim. 'Ağzı süt kokulu yalnızlık mı olurmuş?' deyip isyan edecekti belki akışa, gidişe ve vedalara. Ruhu henüz külden ayrılmayan canlıların depremleri hissettiklerini söylemişti nenem geçen... Duyduğum halde izin vermişim ya gitmelerine, kendime şaşırıyorum çoğu kez."
"Ne diyorsun sen?"
"Şimdi sen sus."

"Dinlediğim son ninniyi hatırlayamıyorum. Son kez saçımı ördüğü günü bilmiyorum. Beslenmeme ertesi günden kalmış yemekleri koymadı mesela hiç. Onun yerine nenemler yaptı bu tip şeyleri hep. Kızgın mıyım? Tabii ki kızgınım. Hem de nasıl? Kendimi neden affedemediğimi anlayabiliyor musun? Duyabiliyor musun beni? Kış çocuğuyum ben kışı kapatırken gelmişim üşümek nedir bilmem normalde. Ama bu sabah yorganın altında üşüdüğümü hissettim hem de iliklerime kadar. Hani bütün İstanbul'a koca bir canavar saldırsa evimi yıksa beni alsa götürse bu kadar üşümem. Belki mutlu bile olurum. Öksüzlüğe bir çare bulur diye. Ellerim arasından kayıp düştü fotoğraf. 18 yaşıma kadar salıncaklardan kaçtım. Nedenini yeni öğrendim... Sen sanıyorsun ki ben hiçbir şeyi kaybetmeden kendime bir dünya yaratıyorum hiçliğin ortasında. Yitik, yıkık bir dünya kuruyorum zannediyorsun. Hayatım, onun sesini özleyerek büyüdüm. Gözlerini arayarak baktım sokaktaki kadınlara her seferinde. Anneannemde bulmak istedim bulamadım. Babannemde aradım denk gelemedik. Sallanarak durmuştu benim dünyam o gün döküle döküle anne sütünün bereketi yüreğimden. Melek oldu diye anlatıldı bana hep. Acaba duyuyor mudur dersin? Gülümser mi bana şimdi? Saçlarımı örer mi? Birkaç gün örgülerle dolaştıktan sonra kıvırcık olsun diye salık bırakır mı saçlarımı? Yoksa bitlenmemden korkup at kuyruğu mu yapar? Benim saçlarım da hemen elektriklenir biliyor musun? Örse bile kıvırcık olmaz. Olsa olsa kabarık koca bir kuyruk olurdu zaten. Doğayı çok seviyordu diyorlar bilenler, tanıyanlar. Bizim memlekette bir çay akar dağdan denize dikine, kenarlarında çiçekler biter kendiliğinden, kelebekler ve arılar gezer özüt toplar çiçeklerden. Ardından serin serin rüzgarlar eser denizden iç kesimlere doğru. Buz keser ortalık. Ben üşümezdim ta ki bu sabah burnumun direğini kıran o rüzgar esene kadar. İliklerimden titreyen bir çocuk doğdu kucağıma bu sabah. Elinde eski bir fotoğraf. Büyük felaketin enkazından birkaç gün öncesi henüz. Yıkıntıların içinde beşiğe sıkışmış toz duman arasında nefes alabilmeyi başarmış onlarca insandan biri olarak bugün bileklerini sana gösterip nasihat dinliyor... Madalyonun öbür tarafındakileri sen görebiliyor musun peki? Ölüm kokusunun burnuna dolduğunu hissedebiliyor musun? Varlığını borçlu olduğun iki can damarının kan kokusuyla, kurtulma umuduyla, çığlıklarıyla ve ceset kokusuyla kaç saat yaşayabilirsin? Gözlerime bak! Kaç yaşında olsan buna dayanabilirsin? 6 aylık bir bebeğin hafızası mı kuvvetlidir senin mi? Yıllarca salıncaklardan neden korktuğunu bilememek gibi gariplikleri yaşamayı hiç denedin mi? Deneyemezsin. Beceremezsin de... Şimdi beni bırak. Yıkıksam kendime yıkığım ben. Sana değil."

Çoraplarını giymeye çalıştı beceriksiz hareketlerle. Çizmelerini uzatmak istedim. Kolumu ittirdi.
"Kendini didiklemekten vazgeç." dedim
"Seni mi didikleyeyim?"
"Bunları ilk defa duyuyorum senden. Bunca zaman..."
"Sana kendimi açmazsam göremeyeceğini söylemiştim."
"İzin ver beraber her şeyi güzelleştirelim."
"Çizmelerimi ver!"

Oturduğu yerden kalktı. Gözlerime baktı. Bileklerini avuçlarıma doğru uzattı. Gözleri kapalı. Göz yaşları sızıyor ince ince. Sarılsam kemikleri kırılır diye korkuyorum. Burnumuza dereotlu poğaça kokusu geliyor. Kollarını boynuma doluyor. Sessiz bir sözleşme imzalıyoruz o an. Kimsenin duymadığı ve görmediği bir davanın sonucu gibi...


8 Ocak 2019 Salı

Cephe: Savaş ve aşk, Nietzsche ve Schopenhauer

Savaşa kısa bir bakış
Kekik kokuları dolar burnumdan içeri, hasta eder beni, öyle bayılırım, öyle severim ki bahar mevsimini, ilk de olsa son da olsa... Ardından kara kış vakti bozkırda rüzgara kancayı takmış dört nala koşan bir atın terkisinde uyanırım, aksak adımlar nallardan tokurtular çıkarır ve saçlarım yaz güneşiyle beraber sırtıma vurur. Kaburgalarım sarsılır. Ellerim dizginlere daha sıkı tutar. Atın yelesi, güvercinde kanat gibi çırpar gökyüzünü.

Tasvir malzemeleri
Aşkın bir metafiziği var mıdır? Bilemiyorum. Schopenhauer bu isimde bir kitap kaleme almış. Kitap da iyi ve kötü yönde oldukça eleştirilmiş. Dünya bir savaş alanı mı? Bu savaşın tarafları kimler? Her gün bir sürü insan ölüyor ve doğuyor ama kaç tanesi halinden memnun ve bu durumda aşkın rolü nedir? Peki ya biz?.. Biz de memnun muyuz kendimizden? Memnuniyet ile kavga arasındaki bağ nedir? Belki bağlantısızlık nedir demeliydik. Salvador Dali niçin akıp giden zamanı eriyen saatlerle tasvir etmişti? Şizofren miydi yoksa onun hayat kavgasındaki üslubu bu muydu? Peki, bize sorsalar ve deseler ki "Var oluşunu anlat, tek bir kareyle, tek bir çizimle." Ne yapardık da resmederdik hikayemizi.

Sağlam gen bankası
"Aşk" dedi orta yaşlı kadın. Parmaklarını saçlarındaki seyrek beyazların içine daldırdı.
"Bir tomar paradan başka ne olabilir ki?" Cümleyi karşısında duran daha genç görünümlü adam tamamladı.
"Onu satmak için önce aşık mı olmalısın?"
"Hayır, bir kadını satabilmek için öncelikle ona sahip olmalıyım."
"Nasıl?"
"Sevgi dediğin şey zaten daha sağlam genlerle soyu devam ettirmek değil mi?"
Kadın gözlerini kocaman açarak,
"Aa... Hiç böyle düşünmemiştim."
"Ancak bir şeyi satman gerekiyorsa önce satın alman gerekir. Mülkiyet olmadan nasıl satıcılık yapılır ki?"
"Bir insan nasıl satın alınabilir?"
"Rüşvetle."
"Başka?"
"Bir kutu dolusu çikolatayla, bir şişe Channel 500 ile, en olmadı bir kitap hediye ederek."
"Yer mi bunu?"
"Hepsi yemez. Eğer düşerse de, düşene vurmak bizde adettendir."
"Elinden tutup kaldırmak varken?"
"Sağlam genleri varsa olabilir."

Satıcı ve anne kanguru
"Anne!.."
"Efendim?"
"Babamla niçin boşandınız?"
"Seni bana verdiği için."
"Ona beni bırakmak istemedin mi?"
"Senin adını ne koyduk?"
"Memnune."
"Sence, ben seni ona bırakır mıydım?"
"Bilmem, benim ismim seni niye memnun etsin ki?"
"Çünkü senin ismini ben koydum."
"Olabilir, benim ismimi bana değil de kendinize mi verdiniz yoksa?"
"Sağlam genlerim olduğu için seni karşı tarafta bırakmadım."
"Neden evlenmiştiniz?"
"Üremek ve biraz para tırtıklamak için."
"Anne senin zaten iyi para getiren bir işin varmış evlenmeden önce."
"Evet, ben ona sağlam genler, para ve sosyal statü verdim."
"Peki, o sana ne verdi?"
"Seni."
"Anneh!.."
"Evet, önce bendeki genlerle barıştı. Sonra kendine bir iş kurdu. Alanında en bilinen üç firmadan biri olunca da koluna sarışın bir bomba taktı."
"Sen ne yaptın?"
"Tezgaha bırakılmış kanguru görünümlü heykelcikler gibi satıcının bağırmasını bekledim."
"Bağırdı mı?"
"Evet."
"Ne dedi?"
"Haydi bakalım ikile!"
"Peki aşk?"
"Aşk barışı yasaklar kuzucum."
"Yani?"
"Savaşacaksın."
"Ne için?"
"Yaşamak için."
"Mutluluk?"
"Hayatta böyle ulu kavgalara girersen ilk fırsatta tekmelenirsin."
"Çok karamsar değil misin?"
"Memnun olacaksan!.."

Kurşundan kalem
Kekik kokuları dolar burnumdan içeri, hasta eder beni, öyle bayılırım, öyle severim ki bahar mevsimini, ilk de olsa son da olsa... Ardından kara kış vakti bozkırda rüzgara kancayı takmış dört nala koşan bir atın terkisinde uyanırım, aksak adımlar nallardan tokurtular çıkarır ve saçlarım yaz güneşiyle beraber sırtıma vurur. Kaburgalarım sarsılır. Ellerim dizginlere daha sıkı tutar. Atın yelesi, güvercinde kanat gibi çırpar gökyüzünü. Baldırıma yapışmış kot pantolona rağmen kendimi onuncu yüzyılda gibi hissediyorum. Ne hikmet!.. Hep hoca efendimizin kerametleri bunlar!.. Belki Nietzsche'nin kerameti demeliyim. Böyle anlarda kadının törpülenmemiş ilkelliği, vahşiliği hakkında düşündükleri gelir aklıma. Öyle anlaşılıyor ki Nihilizm'in kadını savaşçı, kurnaz ve riyakardır demek istiyor, Nietzsche amcacığım. Öyleyse bu savaşçı doğa kime rakip olacak? Yine bir başka şeytan kadına mı? Kadınların kullandığı kurnazlık hileleri yeni bir sınıf savaşı bile doğurabilir demeye getiriyor sanki. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalına dikkat edersek aslında Pamuk Prenses'in de kurnazlıkta üvey annesinden pek de farkı olmadığını göreceğiz. Oysa, bu savaş meydanında farklı bir cephe daha var. Eril cephe... Bu alaycı ve küstah eril cephe savaşın yıkıcı gücüdür. Kolay manipüle edilebilir ve saldırgan bir yapıya sahiptir. Yani, acizdir, bu acziyet o kadar apaçıktır ki, güçsüz olduğunu kabullenmemek için elindeki enerji malzemesini yapıcılığa değil yıkıcılığa harcamaya yönelir. Kadının kurnazlıkları ise karşıdaki tehlikeyi devre dışı bırakmak amacıyla kurgulanır. Kendi çevresindeki güvenli alanın bozulmaması için bir çeşit rötuş atar hayata, özellikle de tehlike sinyalleri veren ötekilere. Çoğu zaman bunun farkına varmak için defalarca geri dönüp bakarız. Ancak anlarız oraya kurnaz bir elin fırça darbesi attığını. Savaşın da kadınların yönetiminde olması demek aslında bir nevi yapıcılığın ve üretkenliğin katlanması anlamını taşır. Sağlam genleri olan kadınlar savaşta sağlam kalacak çocuklar üretebilecektir ve bu durum da satın alınabilecek yeni sonuçlar doğuracaktır eril güç için. Şayet satın alamadığı bir 'şey' olursa o zaman alaycılık silahıyla gelir. Mesela, sevgilisine "...bir de yanımdakine bak, kadın demeye bin şahit?.." diyebilir her an. Baktı ki işlemiyor, bu sefer küstahlaşır. "Sınır çizmeye çalışıyorsun ama aslında bana aşkından geberiyorsun." Cümlesi de en büyük küstahlık örneği olarak karşımıza çıkar. Havada ıslıklar çalarak gelir kulağımıza sözcükler. Sonra kadın sanatının riyakarlığını yani elindeki fırçayı kullanarak kurşunları kaleme ve mürekkebe çevirir. Atın terkisinde de uyansa, her an rüzgarda savrulan yapraklardan taç yapıp saçına takabilir. 

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...