21 Ocak 2019 Pazartesi

Çizmeler

"Sen sanıyorsun ki güçlü görünürsem güçlü olurum. Kendini kandırıyorsun. Aynaya baktığında gördüğün bir harabeyse eğer kimin sende ne gördüğü hiç önemli değil. Kendine bak! Nesin sen? Metruk bir bina, hem de betonarme. O kadar güçsüz ve kırılgan. O kadar kalitesiz malzemelerden yapılma."

"Çok biliyorsun sen."
"Sus sakın ağzını açıp konuşma. Saatlerce yerlerde kıvranarak düşüncelerinle boğuştuğunu anlamıyorum sanıyorsun değil mi? Gözlerinin etrafındaki çizgileri okuyamıyorum sanıyorsun. Sana kızıyorum, yok yok, acıyorum. Kendini hapsettiğin o kafes var ya hani... Benim gibi dışarıda tuttuğunu sandığın insancıkların bir kısmı içerde ne olup bittiğini anlayabiliyor."
"Hiç de bile!.. Ben göstermesem kim görecek yaralarımı? Sen mi? Konuşman için sana fırsat veren benim. Ben istemezsem bana dair hiçbir şeyi göremezsiniz."
"Emin misin?"
"Evet."
"Peki o zaman. Aç bileklerini!"
"Ne!?"
"Aç bileklerini dedim!"

Yere doğru büküldü. Çizmelerini çıkardı. Sonra çoraplarını sıyırdı ayaklarından. Çarpık çurpuk parmakları vardı. Toplasan benim ayaklarımın yarısı etmezdi. Paçalarını yukarı çekti ve gösterdi. 
"Halhalı da çıkarayım mı?"
"Hayır!" dedim. Kendini savunmasına izin vermeyecek bir hızda ona doğru ilerledim. Kollarını sıkıca kavradım. Bir müddet çırpındı. Neden sonra gevşedi külçe gibi bıraktı kendini. Teslim oldum diyen bir tavırdı bu. Yavaş yavaş bıraktım onu kendi haline, o da kazağının kollarını sıyırdı.
"Aferin yola geliyorsun."
"Çok konuşma!"
"Evet, diğer kolunu da aç."
"Görüp ne yapacaksın. Biliyormuşsun işte."
"Beni sorgulama."
"Git buradan."

Diğer bileğini açarken gözlerinden ince yaşlar sızmaya başladı. Yanağındaki beni teğet geçti. Odayı tentirdiyot kokusu sarmaya başladı. Kendini küçük bir çocuk gibi hissediyor olsa gerek, gözlerime bakkaldan sakız çalmış muzur kız çocukları gibi bakıyordu. 
"Oldu mu?" dedi.
"Hem de ne güzel oldu." diye karşılık verdim. Omuzları öne doğru düştü. Boynu artık beyninin içindekileri taşımaktan mıdır nedir, güçsüz bir düşüş yaşadı. Kendi hiçliğine düştü. Ordan çıkıp evrenin içindeki hiçliğe hapsetti kendini. Kilit üstüne kilit vurulmuş sandıklar gibi göründü gözüme. Sır dolu ama aslında açılması çok da zor olmayacak kadar eğreti... Pantolon paçasına tutturulan teğeller gibi ha düştü ha düşecek. Sesimi yumuşattım.
"Yorma kendini."
"Bir sebep ver bana!"
"?!?"
"Ölmek için bir bahane ver. Bir cümle yetebilir belki."

"Sen sanıyorsun ki güçlü görünürsem güçlü olurum. Kendini kandırıyorsun. Aynaya baktığında gördüğün bir harabeyse eğer kimin sende ne gördüğü hiç önemli değil. Kendine bak! Nesin sen? Metruk bir bina, hem de betonarme. O kadar güçsüz ve kırılgan. O kadar kalitesiz malzemelerden yapılma."
"Haklısın."
"Haydi, öl şimdi."
"Ne demek istiyorsun?"
"Diyorum ki, yapabileceksen yap. Gözlerimin içine bakarak..."
"Buna tahammül edebilecek misin?"
"Cesaret edebilecek misin?"
"Niçin?"
"Sus, korkak."
"İyi, sustum."

"Bu sabah uyandığımda bir koku duydum. Dereotlu poğaça kokusu... Bir müddet gözlerim kapalı kaldı. Açmak istemedim. Ellerimle çektim yorganımı saçlarımı da örtsün ve yok etsin beni diye. Sıktım dişlerimi, ellerimin etlerini yolmaya başladım yeni manikürlenmiş tırnaklarımla. Geç dönem ergenlik diyeceksin sen buna. Oysa benim için adı da soyadı da hasret. Biraz kıvrandım dizlerimi göğüs kafesime kadar çektim. Nefesimi sakladım ciğerlerimde. Keşke ıslak kül tablası kokusu gelseydi burnuma diye çok geçirdim içimden. Ama bu bildiğimiz dereotlu poğaça kokusuydu. Hem de buram buram doluyordu odama, ciğerlerime. Yorganı attım üzerimden. Meğer daha önce hiç yere basmamıştım bugünden evvel. İç çamaşırlarımı doldurduğum çekmeceyi açtım. Her şeyi dışarıya boşalttım. Ne var ne yoksa halının üzerine yığdım. Eski bir fotoğraf duruyordu karşımda. Yıllar önce, henüz daha ergenliğe yeni girmiş bir erişkin adayıyken saklamıştım bunu buraya. Aldım avcumun içine. Kundakta bir bebek, annesinin kucağında öksüzlüğün ne olduğundan habersiz öyle mırıl mırıl horultularla uyuyor. Anne, baba, kundak...  Sonra öpücüklere boğdum o nostalji kokulu fotoğrafı. Yeniden yeniden öptüm. Geceden kalma ağrılı başımla yarısı yastık yüzüme yarısı da suratıma akmış makyajımı renkli yüzeyine bulaştırarak. Elinden gelse bebek durduracak zamanı, bilse olacakları... Uykumdan uyanabilseydim bir... Mutlaka dur derdim... Mutlaka derdim. 'Ağzı süt kokulu yalnızlık mı olurmuş?' deyip isyan edecekti belki akışa, gidişe ve vedalara. Ruhu henüz külden ayrılmayan canlıların depremleri hissettiklerini söylemişti nenem geçen... Duyduğum halde izin vermişim ya gitmelerine, kendime şaşırıyorum çoğu kez."
"Ne diyorsun sen?"
"Şimdi sen sus."

"Dinlediğim son ninniyi hatırlayamıyorum. Son kez saçımı ördüğü günü bilmiyorum. Beslenmeme ertesi günden kalmış yemekleri koymadı mesela hiç. Onun yerine nenemler yaptı bu tip şeyleri hep. Kızgın mıyım? Tabii ki kızgınım. Hem de nasıl? Kendimi neden affedemediğimi anlayabiliyor musun? Duyabiliyor musun beni? Kış çocuğuyum ben kışı kapatırken gelmişim üşümek nedir bilmem normalde. Ama bu sabah yorganın altında üşüdüğümü hissettim hem de iliklerime kadar. Hani bütün İstanbul'a koca bir canavar saldırsa evimi yıksa beni alsa götürse bu kadar üşümem. Belki mutlu bile olurum. Öksüzlüğe bir çare bulur diye. Ellerim arasından kayıp düştü fotoğraf. 18 yaşıma kadar salıncaklardan kaçtım. Nedenini yeni öğrendim... Sen sanıyorsun ki ben hiçbir şeyi kaybetmeden kendime bir dünya yaratıyorum hiçliğin ortasında. Yitik, yıkık bir dünya kuruyorum zannediyorsun. Hayatım, onun sesini özleyerek büyüdüm. Gözlerini arayarak baktım sokaktaki kadınlara her seferinde. Anneannemde bulmak istedim bulamadım. Babannemde aradım denk gelemedik. Sallanarak durmuştu benim dünyam o gün döküle döküle anne sütünün bereketi yüreğimden. Melek oldu diye anlatıldı bana hep. Acaba duyuyor mudur dersin? Gülümser mi bana şimdi? Saçlarımı örer mi? Birkaç gün örgülerle dolaştıktan sonra kıvırcık olsun diye salık bırakır mı saçlarımı? Yoksa bitlenmemden korkup at kuyruğu mu yapar? Benim saçlarım da hemen elektriklenir biliyor musun? Örse bile kıvırcık olmaz. Olsa olsa kabarık koca bir kuyruk olurdu zaten. Doğayı çok seviyordu diyorlar bilenler, tanıyanlar. Bizim memlekette bir çay akar dağdan denize dikine, kenarlarında çiçekler biter kendiliğinden, kelebekler ve arılar gezer özüt toplar çiçeklerden. Ardından serin serin rüzgarlar eser denizden iç kesimlere doğru. Buz keser ortalık. Ben üşümezdim ta ki bu sabah burnumun direğini kıran o rüzgar esene kadar. İliklerimden titreyen bir çocuk doğdu kucağıma bu sabah. Elinde eski bir fotoğraf. Büyük felaketin enkazından birkaç gün öncesi henüz. Yıkıntıların içinde beşiğe sıkışmış toz duman arasında nefes alabilmeyi başarmış onlarca insandan biri olarak bugün bileklerini sana gösterip nasihat dinliyor... Madalyonun öbür tarafındakileri sen görebiliyor musun peki? Ölüm kokusunun burnuna dolduğunu hissedebiliyor musun? Varlığını borçlu olduğun iki can damarının kan kokusuyla, kurtulma umuduyla, çığlıklarıyla ve ceset kokusuyla kaç saat yaşayabilirsin? Gözlerime bak! Kaç yaşında olsan buna dayanabilirsin? 6 aylık bir bebeğin hafızası mı kuvvetlidir senin mi? Yıllarca salıncaklardan neden korktuğunu bilememek gibi gariplikleri yaşamayı hiç denedin mi? Deneyemezsin. Beceremezsin de... Şimdi beni bırak. Yıkıksam kendime yıkığım ben. Sana değil."

Çoraplarını giymeye çalıştı beceriksiz hareketlerle. Çizmelerini uzatmak istedim. Kolumu ittirdi.
"Kendini didiklemekten vazgeç." dedim
"Seni mi didikleyeyim?"
"Bunları ilk defa duyuyorum senden. Bunca zaman..."
"Sana kendimi açmazsam göremeyeceğini söylemiştim."
"İzin ver beraber her şeyi güzelleştirelim."
"Çizmelerimi ver!"

Oturduğu yerden kalktı. Gözlerime baktı. Bileklerini avuçlarıma doğru uzattı. Gözleri kapalı. Göz yaşları sızıyor ince ince. Sarılsam kemikleri kırılır diye korkuyorum. Burnumuza dereotlu poğaça kokusu geliyor. Kollarını boynuma doluyor. Sessiz bir sözleşme imzalıyoruz o an. Kimsenin duymadığı ve görmediği bir davanın sonucu gibi...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...