9 Aralık 2018 Pazar

Çakır Hatun: Seni ısıtmayacak güneş

Kollarımdan aşağıya doğru salınıyor siyah pelerinimin  tülleri. Koca bir savaş meydanının ortasında yapayalnızım. 
Biricik annem yanıbaşımda beliriyor birden.

"Neyi koruyoruz? Bu savaş ne için?" diye soruyorum. Annemin suratında kırk yaşın verdiği vakar beliriyor. Sevecen ve kararlı bir ses tonuyla, 

"Namusumuzu kızım. " diyor.
"Namus nedir anne?" diye yanıtlıyorum bu sefer.
"Namus, vatandır, devlettir canım kızım." diyor ellerimi tutarak. Gözlerim doluyor. Gözyaşlarımı yüreğimdeki mezarlığın selvilerine döküyorum. Bu yangından susuz ayrılıp kurumasınlar diye. 

 Onlar buğday oluyor, nefes oluyor, güzellik oluyor dikiliyor karşıma bu sefer. Annemi çekiyorum yanıma. Beraber giriyoruz o güzelim başakların arasına. Saçlarımız salına salına ilerliyoruz epey. Bir an başakların bitmediği çorak bir toprak görüyoruz. 

 "Burası nasıl böyle kalmış yavrum?" diyor gözleri puslu. 
"Ben de bilmiyorum.Anlarız şimdi." diyorum. İyice yaklaşıyoruz meydana. Etrafta bir makas dışında hiçbir nesne yok ancak makas bile henüz net görünmüyor. Annemin sesinde tedirginlik var. 

"Kızım daha fazla yaklaşmayalım, bu işte bir terslik var." Nedendir bilinmez annemin ağzından değişik melodiler çıkmaya başlıyor. Re-mi-do-si-fa-si-la... Hayretle bakıyorum anneme. 

"Hayır, olmaz. Ne varsa mutlaka görmem lazım, (sesimi yükseltiyorum) hey orda kimse yok mu? Bu devasa makasın benim buğdaylarımın arasında ne işi var? Bir bahçıvan mı bıraktı yoksa? Hey!.." Sesim uçsuz bucaksız bu obada yayılarak uzaklaşıyor benden. Merakım perçinleniyor. Annem 

"Kızım bu merak sana zarar verecek. Bırak neyse ne haydi dönelim geriye. Nerelere geldik kim bilir? Aa, gözbebeklerin! Tâ yanaklarına kadar yayılmış kızım, ben bir anneyim yavrum haydi geriye dönelim. Bırak hangi bahçıvan geldiyse geldi. Hem buraya uğramaz bahçıvan filan. Yanlış görmüşsündür sen, hayaldir, rüyadır belki tüm yaşadıklarımız." 
"Tüm bu yaralar da mı rüya anne? Görmüyor musun ruhum baştan aşağıya yara bere dolu. Pansumanımı sen yapmasan anlayacağım şu dediklerini. Bak! Görüyor musun her bahsi geçtiğinde kanamaya başlıyorlar birer birer!"
"Canım!.. Acılarının tek şahidi olmak, benim için bir şereftir. Ellerinden tutmak, annen olmak gurur kaynağımsın sen benim. Daha fazla kanatma yüreğindeki kırıkları. Bırak o faylar öylece kalakalsın. Bir sonraki deprem hepsini silip süpürecek, tertemiz edecek topraklarını."
"Ama... (sesim nefes borumda düğümleniyor) sen değil miydin bana kansız ameliyat olmaz diyen? Yaralarını kanatmadan uçamazsın diyen, sen değil miydin?"
"Keşke senin şu halini göreceğimi önceden bilseydim de, hiç demeseydim o lafı sana. Sen yardım diledikçe ben çaresizleşiyorum. Bir anne için ne kadar zor biliyor musun? Ne olur daha fazla kendini üzme. Bırak Tanrı'sından bulsun."
"Yanımda olman, yüzüme öpücük kondururken yanaklarıma bulaşan rujun bile bana öyle güç veriyor ki. Öpmesen bile olur. Sen kardeşlerimi koklayarak öperken bile ben senden güç alıyorum. Yaralarımı sarıyorum. Yeter ki vâr ol."
"Canım! Ben seni böyle görmeye katlanamı..."
Annem sözünü bitirmeden ortalıkta mermiler uçuşmaya başladı. Yeryüzümüze kan kusan bulutlar bütün öfkesini toprağı delerek çıkartıyordu bizden. Annem yorgunluğuna yenik düştü yığıldı yere. Toprak kandan beslediği tütün kolanyasını sardı vücuduna. Diz üstü çöktüm. İnatlarıma kurban gitmesin diye endişeyle beklemeye başladım. Başaklar ayaklarıma, kollarıma sarıldı. Nihayet avucuma birşeyler verdi. Urgan ve orak... Üstündeki toprağı silkeledim önce. Ben toprakları silkeledikçe annem kımıldanmaya başlıyordu. Bir kız çocuğu için en büyük mürşit ana bildiği koca yürekli kadınlardır. Onlar hem aşkın hakikatini, hem adaletin mülki temellerini en iyi savcılardan daha yetkin anlatırdı evlatlarına. Bir profesörün yıllarca uğrunda kitap yazdığı savları bir davranış ile öğretirdi cümle aleme. 

"Ah... Annem, haydi uyan ve birlikte daha güzel tohumlar ekelim şuraya. Hem makasın kime ait olduğunu da öğreniriz." Toprak annemi iyice kuşattı. O güzel ela gözleri toprakla eş renk oldu açıldı. 
"Kızım, ben şahidim ki sen masumsun. Kendini affet. Bırak Tanrı ona versin cezasını."
"Haydi gel anne, bak ne güzel kocaman bir tarladayız. Sen seversin organik yaşam işlerini. Hem buğdayımız da var..."
"Anlıyorum ki artık benim görevim burada sonlanıyor kınalı kuzum."
"Hâlbuki daha yeni başlamıştık..."
"Çok uzaklarda olmayacağım."
"Sensizliğe dayanamam."
"Ben hep sendeyim, sen de hep bendesin. Sen hem bensin hem de dünyasın güzel kızım. Affet beni, seni yarım bıraktım."
"Hakkını helal et melek..."
"Asıl sen..."

Annemin gözleri binbir nazla kapanmış ve bir daha asla açılmayacak gencecik gül yongası gibi mühürlendi. İki ince mil oldu durdu zaman sanki. Toprak bağrına bastı bu ulu kadını. Gördüklerime inanamıyordum. Ellerimin arasından kayıp gitmişti o güzel yürekli hatun kişi. 

Nereden geldiğini bilmediğim bir kuvvet tuttu ensemden, ayaklarımın üzerine basayım diye beni gökten yere fırlattı o an. Başımdaki prenses tacı düşmüştü artık. Sade, kendi halinde tarlasında ekin ekmesi gereken basit bir kadına dönüştüm şimdi. Onsuzluğun mahsulleri bereket olup dünyanın yüreğine yağacak.

Urganımı ve orağımı vurdum sırtıma. Makasın göründüğü yere doğru emin adımlarla yürümeye başladım. Yaklaştıkça insan suretleri belirmeye başladı o çorak meydanda. Gözlerinden ateş çıkartan ateşbazlar. Ağzında yılan taşıyabilen büyücü adamlar. İnsanı ürkütecek işler çeviren savaşçı iri yiğitler. Kızını omzuna çıkarmış köylü babalar. Az ileride cenk eden kadınlar. Ok atan, mızrak kullanan, haminnelerin elinden biçki dikiş öğrenen genç kızlar da vardı. Aman Tanrım bu dünya nereden çıkıp gelmişti yüreğimin mezarlığına? Kim beslemişti bu karakterleri çorak topraklarda? Hayat mücadelesini nasıl kazanmışlardı, ne yapmış da yaşamı böylesine güzel  tutup kavramışlardı?..

Sırtımdaki urgana ve orağa iyice sahip çıktım. Tedbirsiz iletişim olmaz demiştir hep annem. 
"Hû! Teyzecim, ne yapıyorsunuz siz burada?"
"Tanımadım seni? Sırtındaki de nedir yolcu? Savaşa mı geldin barışa mı? Sevmeye mi geldin sövmeye mi? Ekmeye mi geldin biçmeye mi?"
"Bulmaya geldim. Var mıdır bulduracak gücün? "
"Bulmak istedin miydi karşında dağ olsa delersin. Benden bekleme kendin bul. Burası biat kapısı değildir."

İleriye doğru yürümeye devam ettim. Makasa gittikçe daha çok yaklaşıyordum. Ben yaklaştıkça ardımda bıraktığım bilge kadının sesi kulağımın içinden yankı yapar oldu. Makas geldi beni buldu, ben gittim makasa talip oldum. Önce kesti biçti beni dirençsiz kağıt parçaları gibi. Bütün yaralarım kurudu. Urganım sırtımdan düştü. Orak toprağa saplandı. Orağı almaya meylettim deminki teyze ilişti yanıma dirseğımden kavradı.
"Bak hele suratıma!"
"Baktım!"
"Burada aklını da gönlünü de ihmal etmeyeceksin. Birini birine tercih edersen bu beldeden kovulmakla kalmazsın, kendinden de kovulur öyle yargılanırsın. Biat etmeye niyetliysen seni yaban bırakırız bunu da bilesin. Elindeki orak ve urgan ile istediğini yapmakta serbestsin..."
"Çakır Hatun!.. Çakır Hatun!.."
"Efendim, Huzur Ata?"
"Şu topraklara bir avuç buğday eksek ne güzel olur. Kış gelmeden ambarı doldurmak gerek. Keşke biri el atsa şu işe, bizim oğlanlardan 20 kişilik bir ekip var hazırda ama pek beceriksizler, senin ekipten usul gösterek kimse yok mudur?" 
"Bizimkilerin yarısı güney sınırında. Diğer yarısı hazırlıkta. Ben de şimdi Akuçum'la sınıra teftişe gideceğim . Yapa yapa öğrenirler."
"Senin atın nalları daha yeni değişmemiş miydi?"
"Yok yok, oldu bayağı, topladı kendini. Şimdi bir uçum gideriz."
"Dikkatli ol kızım."
"Belki geliriz, belki gelmeyiz Huzur Ata."
"Uğur olsun evladım."
"Uğur olsun."

Demek adı Çakır'mış. Masmavi gözleriyle atına atlayıp uçtu bilge kadın. Kalakaldım oracıkta. Huzur Ata karşımda, sessiz sessiz yanına yaklaştım. 
"Ben biliyorum. Ekiple birlikte çalışır eker biçeriz buraları kısa zamanda."
"Yaşa!.. Gelirler şimdi."
"Bekliyorum, yalnız, biraz ekin gerek. Heybemde hiç kalmamış."
"Oğlanlarla gönderirim."

Az sonra on kadar oğlan geldi emrime. İpe dizilen tesbih taneleri gibi ardı ardına geldi hepsi. Ektik ekinleri, orak bir yana ben bir yana savruldum en son. Yorgunluktan kırılıyorduk hepimiz. Dinlenceye çekildik. Güneş bakmak üzere. Ufuk çizgisi turuncuya çalıyordu artık. Uykuya daldım. Neden sonra bir kabusla uyandım. Elleri bağlı  denizin derinliklerine gömülmüştüm annen tuttu çıkarmak istedi ama başaramadı. Huzur Ata ile Çakır Hatun belirdi birden, ortalık yangın yeri... Huzur Ata, Çakır Hatun'un eline bir ok tutuşturdu. Çakır Hatun delici bakışlarıyla nişan aldı ve beni okuyla vurdu. Öldüm mü uyandım mı anlamadım. Bir de baktım ki obamızda yabanî adamlar vardı. Çadırlarımızı birer birer taciz ediyorlar. Koştum hakim bir tepeye geçtim. Yerde, unutulmuş okları birer birer fırlattım düşmanın kalbine. Ben attıkça gök açılıyor daha çok atayım diye yol veriyordu. Bir kağıt nasıl yırtılırsa aynı öyle, oklarımla yeni bir destanı düşmanın kabusu diye yazıyordum. Okudukça yaralanıyorlardı. Ben yazdıkça da yırtılıyordu ezber nüshaları teker teker. Nihayet son düşman da düştü yere. Ne olur ne olmaz diye belime sardığım urgana bayrak niyetine bir bez bağladım. Elimdeki son oka gerdim bayrağı. Tepenin başında sallandı okuduğum tüm ağıtlar, maniler, yaktığım türküler... Huzur Ata geldi yanıma,
"Hangi yiğit ananın kızısın sen?"
"Öksüzüm ben. Kimliğimin önemi var mı? Çakır Kız deyiver işte, Huzur Ata."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...