Derin bir solukla uyandım uykumdan. Ellerimi alnıma götürerek çevreme bakındım. Yine zifiri karanlık... Neden sonra penceremin arkasından şerefelerinde kandiller yanan minare göründü. İnce ışıklar girmeye başladı odama. Demin gördüklerim de ne ola ki demeye kalmadan uğultular doluştu kulaklarıma. Sessizliğin içinden bir ses doğdu, karanlığın içinden yeni bir karanlık türedi. Çevremi kuşatan karanlığa ve uğultuya bir de yükselen nabız eşlik ediyordu. Göz bebeklerimin büyüdüğünü, parmaklarımın var gücüyle yumruklaştığını ve göğüs kafesimin yarıldığını anlamak zor değildi. Annemin göz tansiyonu diye bahsettiği bu muydu yoksa? Belki bir gezgin gelmiş de konmuştu pençeleriyle gövdeme. Belki hiç gitmemek üzere gelmişti... Belki de alacağını alıp hemen gitmeye... Ateş almaya gelmek gibi... Kim bilebilirdi ki? Göğüs kafesimde gittikçe büyüyen bir yarık oluştu. Gözlerimde türeyen karanlık, kulaklarımda sessizlikten doğan uğultu ile beklemeye geçtim. Parmaklarım daha sıkı şimdi. Daha güçlü... Can acıtıyor belki ama güçleniyorum türeyişle. Kocaman ve korkutucu yıpranmışlığıyla bir çift el hissettim. Gözlerimde türemiş karanlık geri çekildi. Karşımda iki dişi iki erkek devasa karanlıklar duruyordu. Gördüğümü anlayınca birbirlerini izlediler. İnce gülücükler dolaştı dumandan bedenlerinde ve dört varlık bir olup bir kahkaha oldu. Kulağımın uğultusuna katılıp beynimde dolaştılar. Buna rağmen görüntüleri henüz belirginleşmemiş bu yaratıkların niyetini anlamak zordu. Diğerlerine göre daha kısa boylu ve tütün kokulu olan elinde geniş bir kağıtla bana bakarak notlar almaya başladı. Yatağım normalinden en az iki kat daha yüksekte asılı duruyor. Sağa doğru sallanıyorum biraz. Başımdaki yaratıklar sabit. Karanlıkları birleşti, dumanları tek bir bacadan tüttü. Alev alev yanan karanlıklar dört duvarın dört köşesine değerek iki tur attı. Ardından başıma gelip yeniden incelemeye koyuldular. Onlar inceleye dursun benim gözlerimde türeyen karanlığa alevler ve dumanlar katıldı. Her katılışta biraz daha harlandı alev ve çelik gibi ağırlaştı duman. Tüm tabana yayılan metal kokusu burnumu yakmaya başladı. Ciğerlerim artık soluk borusundan bağımsız nefeslenmeye başladı. Çelik bir bıçak gibi kesmişti soluk borumu. Artık başımla gövdem arasında fiziksel bağ yok denecek kadar az. Göğsümde köklenen ne varsa birer birer siliniyor şimdi beynimden. Kısa boylu, tütün kokulu, teni çamuru andıran bu adam notlarını kenara bırakıyor. Yanındaki diğer üç kişiye aldırmadan yapması gerektiğini düşündüğü hareketi yapıyor. Dumanı ile tütsülüyor göğüs kafesimi. Arkada kalan diğer üçü durdurmak istiyor. Diğerlerine göre en uzun boylu olan yaklaşıyor yanımıza. Kendi dumanından katıyor tütsüye. Onların dumanları ile göğüs kafesimdeki yarık kapanmaya başlıyor. Bir acı tüm bedeni kaplıyor. Tiz bir çığlık yırtıyor gecenin karabasanlarını. Duman göğüs kafesimden henüz çekilmiyor. Karanlık kat kat sarıyor yeri, göğü, ellerimi, yüreğimi, kanlar damlayan kuru gülleri, asfaltın kenarında otururken yerin dibine girmiş ve çıkmayı bekleyen iki iskeleti, denizleri, uskumruları ve senin gözlerini. Bütün renkler yok oluyor. Sevgi yok oluyor. Umut yok oluyor. Dünya yok oluyor. Karabasanları yırtan tiz çığlık yeniden sarıyor bütün evreni. Bu sefer daha keskin ve daha yırtıcı. Karanlığın ve dumanın tütsülediği göğüs kafesim annemin ördüğü kırmızı pelerinin iplikleriyle dikiliyor yavaş yavaş. Kocaman bir iğneyle zarif bir el acımı dindiren ninnilerle başlıyor yama etmeye. Fonda bir takım hırıltılar. Sanki konuşmak isteyip de beceremeyen mağara adamları vardı yanı başımda. O zarafet, iğnesi ve kırmızı ipliği ile son darbeyi de vurunca minareden sesler yükselmeye başlıyor. Belki sabah ezanı, belki sela... Dört duvarın dört köşesine değen dört kara duman ayaklarımın ucundan merakla bana bakıyor.
Tabanı sallıyor zarafetin eli. Önce uzun boylu olanlar düşüyor yere. Hemen arkasından kısa boylu olanlar. Tütün kokulu adamın gözlerinde çıkarcı bir bakış beliriyor. Zarafetin eli bu sefer gözlerine bir damla kan bulaştırarak benden uzaklaştırıyor. Uzun boylu alevlerden birinde zümrüt rengine benzeyen bir şey parıldıyor. Dişlerinde büyük delikler var. Yüzünde gereksiz bir gülümseme. Kısa boylulardan biri etlerine yapışan zevksiz bir çaput giyinerek gelmiş. Ne için gelmiş olabilir ki tam burnumun dibine? Zarafetin eliyle yerimden doğruldum. Bilmem kaç perde yüksekten konuşmaya başladım.
"Kim için ve ne için geldiniz?"
Zarafetin eli çekiliyor dört duvarın dört köşesinden. Duman ve alev birbirinde eriyor. Eriyen ateş yerin altına akıyor. Geriye keskin bir karanlık kalıyor. Dört farklı bedendeki dört farklı karanlık birbirine uygun adımlarla uzun bir koridordan geçerek evin kapısından çıkıyor. Gecenin karanlığını yırtan tiz çığlık yeniden duyuluyor. Güneşin ilk ışıkları süzülüyor odaya. Göz kapaklarım ağırlaşarak düşüyor. Alem değişiyor, ben değişiyorum. Avucumda kırmızı örgü ipleri ve anneden yadigar yorgan iğnesi...
...
İşte, sanki bütün hikayeyi bilen bir el var tam ensemden tutuyor. Ne zaman devirsem kendimi umutsuzluklarla dolu kayından bir ormana, gelip buluyor bir yerde ve bir biçimde. Bir şırınga umut aşı ediyor, kanıma, canıma... Ben kurumak istedikçe yeşertiyor. Ben yerin dibine geçmek istedikçe kanatlar biçip uçuruyor göklerde. Yeşertiyor yürek topraklarında ne varsa ve ne yoksa... Uçmak ile cennette olunmaz mı? İşte, cehennemi bana bırakmıyor ki yaşayayım. Bırakmıyor beni kendimin katili olayım. Umuda hançer vurayım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder