15 Ağustos 2019 Perşembe

Uçmak

Bego’nun yok oluşu
Pencerenin önündeki kırmızı sandalyede oturan genç kadın, minarenin şerefelerini süsleyen ışıkları izliyor. Saçlarını geriye atıyor, küçük benlerle bezeli dar omuzlarına bir tokat gibi çarpıyor her tel. Canı sıkıldıkça, eline bir kadeh içkisini alıp o minareyi izler. Bu gece de onlardan birinde. Aklında geçen sabah… Bego’nun yok oluşu… Belki yeniden var oluşu…

Onun gidişinden beri biraz durgun. Elini attığı her şey de kurur mu bir insanın canım?.. Kuruyormuş işte… “Çiçek bakmak zahmetli iş ağabeyciğim.” diyor, eteğinin kenarındaki pembe dikiş iplikleriyle oynarken. Hem daha kahvaltıyı bile hazırlamamıştım o gün. Bir de baktım ki, günden güne yaprak döken güzel kızım, o sabah tümden toprağa karışmış. Hiç annene çekmemişsin diyorum ona, beni görmüyorsun daha, biliyorum. Begonyalar rüzgarı sevmez kızım, ancak ışığını güneşten alan ayın, gecenin, kışın sabaha ve bahara evrilen eserekli havasını güvenli köşesinden seyretmeyi çok sever.

Cereyanda kalırsan hemen soğuk alırsın, biliyorum. Bu yüzden, gecenin yarısında tenini süpürüp gelen Haziran meltemini karşılarken bir kat daha mutlu olacağım. Çünkü geçen sabah, seni öldürdüğünü düşündüğüm esintilerin ardından kahverengi saksının kenarına yerleşerek toprağını eşeleyen bir çift kumrunun ötüşünü unutamayacağım. İki keklik bir kayada öter mi? Bilmiyorum, hiç şahit olmadım, ama ölü gövdenin karıştığı bir avuç yerde, artık ekmek kırıntıları var. Seni yanımda tutamadığım için çok üzgünüm.

Sevgili Bego… Çiçeklerini özlüyorum, bu yüzden son zamanlarda pembe giyinmek iyi hissettiriyor belki de… Gece uyurken, sabah uyanırken şöyle bir bakıyorum saksının köşesine. “Acaba bugün gelip toprağından nasiplenen var mı?..” Diye. Süleyman peygamberi getiriyorsun artık aklıma. Yine kırıntıların yenmiş, tabağına koyduğum su içilmiş. Şu kırmızı deri sandalyede oturan genç kadın sen misin? Keşke çıkıp gelsen bir surette… Bu odaya, yanıma dönsen tekrar, keşke, saksıdaki boşluktan uçup gittiğin diyarlardan, bana.

Biricik begonyam. Cennetteki yerin güzel olsun. Beni unutma, beni bekle. Bir bayram günü buluşacağız ya da buluştuğumuz günün adına bayram diyecekler. O gün belki Rize’nin belki de Üsküdar’ın kıyılarını döven dalgaları seyredeceğiz, kokusuyla aklımızı alan birer bardak çay eşliğinde. Ben açık çay severim biliyorsun anneciğim. Çikolatalı bisküvilerimizi çay eşliğinde kıtır kıtır mideye indireceğiz… Belki yaramazlık eder çaya da batırırım… Yine de, akşamleyin zeytinyağlı taze fasulye yemeyi ihmal etmeyiz, söz.

Bir mit doğuyor
Bir yandan Şebnem Ferah Gözyaşlarımızın Tadı Aynı, diyor diğer yandan çağdaş yaşamın her anında yeni bir mit doğuyor. Roland Barthes mitlerin günümüz dünyasında yeniden yazıldığını söylerken, saksının kenarından uçup giden kumruların guguklamasını duymuş mudur? Şimdi, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi çocuğun Fransız bayrağını selamladığı tasarım düşüyor önüme.

İki gün önce haberlere yansıyan Cezayirli Feuzi Zabaat’ın havada yakaladığı Suriyeli iki yaşındaki miniğin hikayesi ile sarsılıyorum Haziran’ın yirmi altısında. İstanbul Fatih’te gerçekleşen olayda, Dora, annesi yemek pişirirken ikinci kattaki evin açık bırakılan penceresine yaklaşıyor. Cezayir uyruklu Zebaat minik kızı yere düşmeden önce yakalıyor. Yaşananların yansıdığı güvenlik kamerası görüntüleri tüyler ürpertici. Hemen hemen tüm haber sitelerinde işlenen bu haberin dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda var.

Gündelik siyasetin ardında kalan derin ayrıntılardan sadece bir tanesi bu haber. Mülteciliğin, yurtsuzluğun her yanımızı sardığı gerçeğini bir kere daha okuyor, izliyoruz. Barthes, Fransız sömürgesi küçücük bir çocuğun dergiye kapak fotoğrafı olarak koyulduğu o zamandan bugüne baktığında, birliğin şifrelerini okuyabilir miydi? Bence okurdu.

Yalnız, düşülmesi muhtemel bir yanılgı olduğunu düşünüyorum bu haberde. Cezayirli genç adam ile Suriyeli küçük kız çocuğunun, bize, üzerinde yoğunlaşma fırsatı verdiği hakikat, kadim inanışımızın bin yıllara dayanan gücünden besleniyor. Son zamanlarda çevremizi saran seçim sloganlarında verilen mesajlardan daha derin yerlerde yatıyor bu hakikat…

Ve Barthes’tan uçmağa bakınca… Geçmişten bugüne değişik biçimlerde meydana gelen hakikatimizin, yurdumuzun göbeğinde yinelenmesinin uçmak ile bir bağı olmalı. İşte benim cennetim(uçmak), Fatih’teki o pencerenin altında.

Bayram: Vardığımız yer
Ölülerimizin, ayrılıklarımızın yanında bir de sevdiklerimizle buluştuğumuz noktalar vardır. Bu, bazen tarihi taştan binanın bahçesindeki cilası aşınmış banklar, bazen küçük bir telefon konuşması, bazen saatlerce süren yürüyüşler olur. Bayramlarımız küskünleri barıştırmada önemli günler olarak biliniyor. Ramazan bittiğinde önceki gün iftardan damağımızda kalan tatların eşlik ettiği coşku ile bayrama uyanıyoruz. Ancak bu coşkunluk tenselden tinsele doğru bir hareket halinde değilse sonu hüsran oluyor.

Pembe gömleğimin düğmelerini iliklerken, makyajımın toprak tonlarında olması gerektiğini düşünüyorum. Biraz parfüm… Saçlarımı tarıyorum, alagarsonun kelime anlamını bilmeyen birkaç insan düşüyor aklıma. Gülümsetiyor bu ayrıntı. Çünkü her duyduğumuz bilgiyi, teyit etmeden kullanırsak, kendimizi açık etmekten başka hiçbir şey yapmamış oluruz.

Bugün, üçüncü gün. Bina kapısı kapanırken içimde özlemle karılmış birçok kırık duygu ve tabii orta noktada buluşmanın sevinci. Bu bayram, öfkelerini aşamayan bir kadın yürüyor Arnavut kaldırımlarda. Affedemeyen, bağrına basamayan, anaçlığını kaybetmiş, yıkık bir surat… Sırtına bir yük bağlanmış, kalburu var sanıyoruz… Cayır cayır yanan Notre Dame gibi… Nazım Hikmet, kadınlarımızın yüzleri acılarımızın kitabıdır, derken belki bundan bahsediyordur.

Kulağımda Marmara’dan ilham almış top küpeler, minareyi izlemeden evvel kitaplığımın önüne bırakmıştım. Bayramı denizin dalgalarında bitireceğim. Vapurun sağa sola sallanışı küpelerimin rengine atıf yapacak. Deniz, kendini kirleten İstanbulluları halen barındırabiliyor. Küpelerimin farkı, affının olmaması. Hatta biraz meydan okuması, başına buyrukluğu…

Bayram Şekeri
Bayramın son günü, adaşımın ve kardeşi Adalet hanımların yanından geçiyorum. Habersiz... Bu bahçenin en güzel yanı her defasında yeni hikayeler ile beni buluşturması. Her gelişimde, dinlediklerimden, yenilenmenin izlerini sürebilme fırsatını bana vermesi. Bahçenin gölgede kalan kısmına dizilmiş ağabeylerim. Selamlaşma, bayramlaşma derken sohbete dalıveriyoruz. Az sonra iki masa açılıyor orta yere. Masalara, her zamankinden, simitler, kuru pastalar diziliveriyor. Bir de bayram şekerleri… Karpuzlu, böğürtlenli, çilekli… Ben böğürtlenlisinden seçiyorum, Ali ağabeyim, karpuzlusundan alıyor. Her bayramın bir şeker öyküsü olduğunu düşünüyorum. Kimimiz için hüzünlü, buruk kimimiz için öfkeli, haşin, bir başkası için buluşma sevincinin sardığı umut dolu hayallerle süslü.

Dr. Sait Başer vakfa gelene kadar dostlar toplaşıyor. Süt bebelerinden başlayan bir kitle söz konusu burada. Fatma Adile hanımefendi bayram şekerine benzetiyor beni. İçimdeki cadı, süpürgesini büyü kazanının yanına bırakıyor, “Naneli şeker olsa gerek.” Deyiveriyor.

Şu mekanda duyduğumuz, duymadığımız, gördüğümüz, görmediğimiz kim bilir kaç konuşma akıyor?.. Monologtan başlayarak… Güneş bahçeden çekiliyor. Karanlık bastırıyor, lambalar yanmaya başlıyor. Çay ile beraber demlenen muhabbet siyah demirleri çevreleyen sarmaşığın yapraklarına asılıyor, birleştiriyor gönülleri. Bir bayram şekeri hikayesi demiştik, kültürel meselelerin masaya yatırıldığı 6 Haziran’ın damgası Safiye Erol’dur bana kalırsa.

Safiye Erol hakkında dikkatimi çekenler
Erol hakkında son zamanlarda çeşitli görüşlerle karşılaşıyorum. Bunlardan biri, çelişkilerinden çıkamamış bir kadın olduğu düşüncesi. Bu tartışma konusu ilginç geliyor, “Çelişkileri olmayan insan var mıdır acaba?” Deyiveriyorum, hücrelerime yönelip. “Hepimiz Erol’uz!” sloganları da atabilirim belki. Kendi içinde çelişkiler, çatışmalar yaşamayan bir insandan ürün çıkartmasını bekleyebilir miyiz, peki? Yani, bir takım çevrelere zarar verdiğini sandığımız çelişki sorunsalı, gerçekten bereketsizlik mi getirir? Yoksa, çelişkilerde zuhur eden başka bir mana daha mevcut olabilir mi?

“İnsanın düştüğü en büyük tezat, dış dünya ile öz arasındaki uçurum, diyebilir miyiz? Bu uçurum, “Hangisi benim gerçeğim?” sorusunu sordurmaz mı insana? Böylece, arada kalan insanın yedi peçesi açılmamış düşüncelere yürümesi ne kadar saçmadır? Her çağ, kendinden öncekini yozlaştırarak, üstüne inşa etmiyor mu kendi ‘çelişkisini’? Bize düşen, peçeleri birer birer araladıktan sonra karşımıza çıkan ucubeyi evcilleştirmek midir? Onu olduğu gibi kabullenerek kendi üretkenliğinden yeni tezahürler görebilmek midir asıl maharet?”

Töre Ana burada
Pembe jelatinli bayram şekerinin yanındaki kuru pasta tabağından bir simitin çeyreğini alıyorum. Susamları dişlerime yapışıyor, birazı masaya, bir kısmı parmaklarımın arasından kucağıma dökülüyor Jean pantolonun dokusuna tutunup kalıyor. Yere dökülmemesi için itinayla toparlıyorum onları. Töre Ana’dan öğrendiğimiz kadarıyla yere dökülen nimet, kutun kaçmasına sebep oluyormuş. “Temizlik zaafiyeti, maddi, manevi beslenme sağlayacak her türlü nimete saygısızlık, otağın namusuna halel getirmek de kut kaçırır diyor, Töre Ana. “Çünkü bunlar toplumsal sonuçları ağır olan düşkünlüklerdir.” diyerek ekliyor.

Kut kazanmak için Töre’den razı olmak gerektiğini anlıyoruz böylece. Ancak, rıza etrafta hiç kimsenin olmadığı yerde de işler vaziyette olmalı ki Töre Ana’nın kemikleri sızlamasın. Çünkü onun uçup gittiğini sandığımız cennet bahçeleri, sokaklarda… Töre Ana sokaklarda, türeyişin sırrını fısıldıyor. Duyabiliyor musunuz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...