24 Ekim 2018 Çarşamba

Kök Kent ve Kıyametimiz

Omzumda uyuyan yeni doğmuş bir kedi var. Bir gardrobun önünde diz çöküyorum. Birisinin odasındayım ama kimin? Küçük bir kız çocuğu da sevmek istiyor. Sırtını okşuyorum. İyice yerleşiyor yerine. 
'Hasta, abla ne olur iyileştir onu?' diyor küçük kız çocuğu. İyice sarılıyorum kediye. Kaçmasın diye tedbir alıyorum, aklımca... Merdivenleri inerken kalbinin kanatları omurgasını kırarak çıkacak diye tedirginleşiyorum. Sağ elimi sırtına iyice kapatarak iniyorum. Tedbir doğamızda var galiba. Kaçmasın diye boğmak, canından edercesine sevmek... Sonra da gideceğini anlayınca kanatlarını da kırmak ve kırık kanatlarıyla sevmek. Acımasızlığımızla kendimize mahkum etmekten başka seçeneğimiz kalmaz çünkü ama o bir şekilde düşer kollarımızın arasından. Zamanını bile ele geçirdiğimiz o kişi için artık her şey söküme uğramaya başlar. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmaz. Pervanelerden geriye de sadece bir mumun dibinde biriken tek nefese dağılacak kül tabakası kalır. 

Bir haykırış geliyor kulağıma. Gökkubbe ile yer küre birbirinin yerine ve birbirine geçiyor. Kedi ben onun uçup gitmesinden korkarken kucağımdan aşağıya atlıyor. Kanalizasyon kapağındaki deliklerden aşağıya kayıyor. Ben henüz şaşkınlığımı üzerimden atamamışken fırlayarak çıkıyor kanalizasyon kapağındaki delikten ancak onun deminki kedi olduğunu bilmeme rağmen renginin de aynı olduğunu görmeme rağmen, karşımda bir kedi değil, kıvranarak, sancı çekerek yerinde zıplayan bir balık duruyor. Tam elimi uzatıp yakalayacaktım onu ki ellerimin arasından tekrar kayarak kanalizasyonun sularına karışıyor. Üzüyor bu durum beni. Henüz iyileşmemişti ki... Her şey yarım kalmıştı... Niye gitti?.. Tedavisini uygulamaya başlamamıştık bile... Yeter ki istesin iyileştirirdik biz onu. Neden kalıp mücadele etmek yerine kanalizasyon kapağından kaçmayı seçmişti ki? 

Göğüs kafesimden çıkan bir terazinin sağ kefesine ilaçları, sol tarafında sağlık görevlilerini, tam ortasına kendimi koyuyorum. Yüz liralık banknotlar ayağımı kaydırmak için asker yürüyüşüyle geliyorlar. Muhtemelen çok dayanamam. En iyisi bu terazi nerede köklendiyse oraya doğru boy versin. Ellerimle terazinin kefesindeki ilaçları fırlatıyorum otobanın kenarına. İlaçlar evimizin kapısına doğru uçuyor. Mahallenin sonu otobana dönüşüyor sanırım. Öyle birşeyler görüyorum. Koca tırlar geçiyor tam dibimden. Hikmet ki sıyırıyor beni. Çarpmıyor... Tam o sırada kanalizasyon kapağı patlayarak kısa boylu adamın suratını parçalıyor. Adamın yüzü gökyüzüne uçuyor. Boynundan yeni bir yüz daha çıkıyor. Bu sefer pençeleriyle yüzünün kenarını çizerek oturuyor otobanın kenarına. Sırtındaki hırkayı çıkarıyor ve yere serdiğinde bir ayakkabı kutusu görüyorum. Hırka zift rengine bürünmüş. Kanalizasyon kapağına tekrar odaklanıyorum. Kızıl bir balık fırlıyor, konuyor omzuma. 
"Haydi, gidelim artık."
"?!"
"Ayvansaray sahiline götürsene beni?"
"Kimsin sen?"
"Geçen hafta süründüğün savaş boyasıyla boyandım ben. Turuncuydum, kızıla çaldım. Haydi artık beni Ayvansaray'a götür. Bak sokağınızın dibinde, görünüyor. Hiç olmayan çakıl taşlarını bile dizmişler nefes alabilmem için. Beni düşünmüşler, görüyor musun? İşte, burası benim evimdir artık. Sen ise karşı tarafta bile misafirsin ve hep eksik kalacaksın."
"Susmazsan atacağım seni!" 
"Olur, haydi beni bu uçurumdan aşağıya bırak. Ellerinin arasına bir pul yapışır en fazla. Haydi, haydi, at beni şu uçurumdan ve denize çakılayım kanatlarımı çırparak."

Tüm bu konuşmanın sonunda kendimden azat ettim onu ama bir gariplik vardı. Onun düşmesi gerekirken ben tepe taklak yuvarlanıyorum çakıl taşlarının arasında, çimenlerin kökünden topladığım suyla Balat'ın köpüklü suları arasındayım artık. Bir müddet boğuşuyorum dalgasız suyla. Tırnaklarımın dibinden gelen bir kızıllık görüyorum. Sonra sudan yükseldiğimi görüyorum. Bir teknenin kenarından tutuyorlar ellerimi. 
"Haydi gel." 
"Sen de kimsin?"

O da ne öyle? Demin ellerimde duran kızıl balıktı bu. 
"Haydi al beni yanına da şuradaki çarşıya girelim. Isınırsın orada. Üşümüşsün ve çirkinleşmişsin. Tıpkı su çekmiş bulaşık süngeri gibisin."
"Sen de bulaşık teli gibisin işe yarıyorsun ama kimse seni sevmiyor."

Omzuma alıyorum kızıl balığı. Gözlerim yer yer seğiriyor. Geçtiğim yerler birer birer patlamaya başlıyor. Az önce dilenci kılığına giren adam da alevlerin arasından gözlerini bana dükmüş bakıyordu. İlerideki çarşıya varabilmek için en az 2 saatlik daha yol yürümeliydik ve kızıl balık ile önümüze bir insan başı düştü sonra bir insan başı daha düştü. Toprağı kazdım genişçe. Sonra 2 tane kol, 2 tane bacak, bir gövde düştü önümüze. Daha derin ve geniş kazdım çukuru. Bu nasıl bir zaman böyle? Yaşaması güç... Bir kediyi yaşatmak isterken insanların yüzleri ikişer ikişer gözlerimizin önüne düşmeye başlıyor. Sonra gözlerimiz de yerinden pembe cam filmi fışkırtır hale geliyor. Demin ayaklarımın önüne düşen iki insan başını inceliyorum. Aynı insana ait bu iki baş... Demek ki iki tane varmış... Keşke kalbini de yedeklemeyi düşünseydi, yüzünü yedekleyeceğine... Yolda yürüdükçe arkamızda kalan şehir daha büyük bir yangınla kavruluyordu. Halbuki bir kediyi kurtarabilmekti başlangıçta niyetim... Kızıl balık içimden geçenleri duymuş gibiydi. Öksürdü
"Ateşin büyüğü küçüğü olmaz. Düştü mü yakar, bütün orman yangınları küçük bir kıvılcımla başlar."

"Nerede bu çarşı?" 
"Bak görüyor musun?" 
"Nereyi gösterdiğini anlamıyorum."
"Yüzgecimin ucuna bak."
"Sen de ne biçim balıksın bir anlamadım. Yüzgeçlerime bak ne demek ya hu..." 
"Sence benim yüzgeçlerim olmasaydı sen o dalgasız denizde boğulup gitmez miydin?"
"Halat vardı tam yanımda. Sen olmasan da tutunur çıkardım ama kolay ama zor..."
"Az kaldı sen azimle yürümeye devam et. Arkanda kalan hengame yeni bir yapıcılığın ilk adımıdır."
"Yanmadan, kül olmadan toplayamazsın kendini, yeniden."

Ayaklarımın arasından bir güvercin sırnaşarak geçti. Tam yanına bir kumru ve keklik de kondu. Paçalarımı çekiştirerek beni yerin altına çektiler. Kızıl balıkla beraber hangi zamanda olduğumuzu bilmezken şimdi bir de nerede olduğumuzu bilmez hale geldik. Kıyamet mi koptu? Bu kalabalık mahşer alanına mı çıkıyor? Bilemiyorum. Yerin altında yeni bir şehir kurulmuş. Adı Gök Kent. Yanımdan geçen adam tabelayı Kök Kent olarak okuyor. Şok geçiriyorum. Göğüs kafesimi yararak çift kollu bir terazi çıkıyor yeniden. Ellerimle terazinin kefelerini dağıtmaya çalışıyorum ama o bir türlü gitmiyor göğsümden. Bir yanılsamacının dükkanının önünden geçiyoruz. 
"Denemesi bedava!.." diyor.
Kızıl balık ürkmeye başlıyor. 
"Kaçalım burada. Lütfen geri dönelim!"
"Ama sen istemedin mi buraya gelmeyi?"
"Yok, vazgeçtim. Bu saat olmuş, evine gitmezsen ailen kızar sana şimdi. Haydi dönelim, ne olur?"
"Saat mi? Hangi saatten bahsediyorsun? Uzun süredir zamanla alakalı hiçbir bilgiye ulaşmadık. Sanırım artık ailem de ulaşamayacağım kadar uzakta kaldı."
"Yapma!.. Yürüme!.. Dur!.."

"Denemesi bedava!.."
Yanılsamacının dükkanına bakmadan geçiyorum. Göğsümdeki terazinin kefeleri yere düşüyor. İşte o anda manyetik bir alana girdiğimi anlıyorum. Kefeler yerde yuvarlanırken kızıl balık bir anda yanılsamacının kırmızı kutusuna hapsoluyor. Bu hapishanede elektrik akımının gerçekleşmesi için balık pulları gerekiyor sanırım. Kızıl balığın bütün pulları dökülmüş. Oradan çıkmaya çalışıyor ama sancıları kıvranmalara kıvranmalar da güçsüzlüğe neden oluyordu. 
"Bırakma beni?"
"Çıkartmak için bir yol bulacağım. Korkma!.."
"Her taraf kana bulanmadan gelmen gerekiyor. Bir kaç saat sonra kellemi de alır bu yanılsama."
"Geleceğim..."

Bu Kök Kent'in sonuna yaklaşıldıkça sepetçi dükkanları görülmeye başlanıyor. En son sıradaki sepet dükkanına giriyorum. Uzun kara saçlı bir kadın var kasanın başında. Beni görünce başını yere doğru eğiyor. Saçlarından kara benler dökülüyor. Dükkanın taşları arasında eriyip mürekkebe dönüşüyor. Mürekkepler bir olup damarlarımda akmaya başlıyorlar. Bu sırada yassı siyah bir sepetin içinde çeşit çeşit meyve biçimleri görüyorum. Hepsi boncukların düzenli bir biçimde dizilmesiyle elde edilmiş meyve biçimleri. Biraz sonra kara saçlarından kara benler dökülen mürekkebin kadını yanıma gelerek
"Tam sana göre bir şey var elimde." diyor.
"Göstersenize? Bu arada ben sürekli geliyorum bu dükkana ama her seferinde hiçbir şey almadan çıkıyorum, sorun olmuyor mu?"
Halbuki henüz hiç gelmemiştim bu sepet dükkanına. Ne diyorum ben, dilim ile aklım ayrı konuşuyor...
"Bu kentte kimse bir diğerinin düzenine karışmaz ancak toplumun huzurunu kaçıracak bir davranış olursa o zaman mahşer meydanında terazilerimiz kuruluverir. Sorun olmaz, gelebilirsin, ta ki kendini bulana kadar."
"Eee, hangisiydi bana göre olan?"
"İşte bu yeşil olan. Sekiz köşeli, sağdan ve soldan dış bükey. 3 katlı ve her katı birbirinden ayıran sarı yassı tabaklar var. Bu tabaklar biraz çukurludur. Rahat kullanırsın. Ellerin de acımaz taşırken ama niyetin kahramanlıksa göze alacaksın... Kurtarır bu seni peki ama diğerlerini? Metal kıstıraçlar ile kopmaları engellersin. Yüzyıllar boyunca da saklayabilirsin bunu. Kimse çalamaz, sadece senin olur. Beni dinle sen. Bunu al ve evine git. Kızıl arkadaşını da belki arkandan yollarlar."

Göğsümden fırlayan terazinin kefeleri yuvarlanarak ayaklarıma geldiler. İki yüzünü, iki kolunu ve iki bacağını toprağa gömdüğüm insanın bütün parçaları kırmızı bir kadın rujuyla birbirine yamanmış karşıma yatırılmış duruyordu. 
"Ne oldu buna?"
"Yargılanmadan ölmek bile yasaktır Kök Kent'te."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...