14 Mart 2020 Cumartesi

Mühür: Tezer

Beşiktaş’tan evime doğru yola çıktım. Abbasağa yakınlarında eski bir gazeteciyle sohbetten evime dönüyorum. Kırmızı iki katlı İETT otobüsündeyim. Az sonra dökülecek izlenimi veren pencereler zangır zangır sarsılıyor. Gazi Mahallesi yakınlarındayım. Bir çöplük ve arkasında yarım kalmış inşaat bana bakıyor. Ben pencereden onları izliyorum. Araba manevra yapıyor, metro kazısı sona yaklaşmış. Çöplüğün kenarındaki, Mart’ın kazma kürek yaktıran havasına kanmış orta boylu şeftali ağacı, pembe çiçekler vermiş. Hangisi bu şehrin gerçeği henüz kestiremiyorum. Görüşmede konuşulan sahneler, off the record bilgiler geliyor aklıma. Beyoğlu sokaklarında yürüyen sarhoş bir kadın hayal ediyorum. Tıpkı şuradaki şeftali ağacı gibi buruk ve kaçıyor. Çöplüğün hemen kenarında açmış. Çöküntüleri metro kazısına eşdeğer; derin. Ne kadar anlatsa, bitmeyecek, haykırsa, sönmeyecek, kanayan, alev alev yanan bir yara. Bir yangın…

İşte bu kitap! Henüz okuyucuya kapılarını yeni açmışken bile, çöplüğün şeftali ağacına olan özlemi, kazı çukurunun ağaca hem çok yakın hem oldukça uzak durması, Özlü’nün dalgaların serin esintisine koşması gibi ve bize Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden çıkış biletini sunuyor. Gecenin en karanlık ve soğuk dakikalarını yaşatıyor adeta. Sevgisizliğin sonunu(!) Akdeniz’de getiriyor. Ilık ılık esen rüzgarların eşlik ettiği makiler canlanıyor. Kitap bittiğinde ısınıyor muyuz? Güneş doğuyor…

Eseri okurken önce yüzeydeki fikri takip ediyoruz. Kitabın kenarına ikinci okumada irili ufaklı notlar düşüyoruz. Eskiler buna derkenar dermiş, ben de geçen yıllarda öğrendim. Mesela bu kitabın sayfaları akarken, kitap mı okuyorum yoksa Özlü ile Taksim’in Cennet Bahçesi’nde portakal suyu mu yudumluyoruz ayırt edemiyorum. Fatih Çarşamba’nın şen sokaklarında hayatın akışkanlığına, bir çakıl taşının kayganlığına sessizce bakan, tıpkı kitabın kapağındaki gibi, sözcükleri kendine muhbir edinmiş, bir çift göz. Bazen çocukça, muzip...

Özlü henüz hayattayken yayınlanan üç kitabından biri, elimdeki mavi kapaklı eser. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden önce hiç roman yazmadığı bilgisine ulaşıyorum. Edebiyatımızın lirik prensesi diye anılıyor bazı insanlar tarafından. Oysa kabarık etekli ceplerinde mendiller taşıyan ağlak bir kadından çok daha fazlası. Satır aralarına indiğinizde ölmeye yatabilirsiniz, kendinizi ölümü beklerken bulmanız muhtemel. Eser mi Özlü’yü anlatıyor yoksa Özlü mü eseri anlatıyor karar vermek güç. Yapıt ile müellif arasında kurulan ender bir vahdet haline tanık oluyoruz.

Bunni'nin yeşil ipeklisinin sandıkta durması rahatsız ediyor. Cenaze başında Süm ile iç geçiriyoruz. Ne olacaksam eksiksiz olmak isterim, diye cevaplıyoruz dünyanın bize sunduklarını. Eski kıyafetleri, kötü kokan yemekleri, düzensizliği, ölümü değil bütün bunlara rağmen hayatın bize sunduğu nimetlere gözlerimizi kapatmadan normal ölümü bekliyoruz.

Özlü hiç intihar etmiş midir? Yurt dışında okuduğu dönemlerde çeşitli hastanelere yatırılıyor çıkarılıyor ama akciğer kanserinden hayata gözlerini yumuyor. Genç yaşta. Babası Sabih Özlü, sosyal bilgiler öğretmeni. Kendi halinde bir adam olduğu hakkında rivayetler var. İncirlerle doldurulmuş bir tabak gibi durgun. Sevdiklerine kendini ve içindekileri sunmayı görev edinmiş.

Yapıtın cinselliğe yaklaşım tarzı eleştiri alıyor. Aslında yapıt bundan çok daha fazlasını ihtiva ediyor. Satır aralarında, Özlü’nün yaşamından, birebir olmasa da gerçeğe son derece yakın sahneler çiziliyor. Özne ve nesne arkasındaki diyalektiğe odaklandığımızda, bize çok şey öğretebilir. Özlü’nün ağabeyi, eşi, anne ve babası ne yapmış? Kızmışlar mı? Bunlar mevzunun dedikodu tarafı olmakla beraber hayat, intihar ve yaşama tutunma arayışları arasında. Ve hastane koridorlarında. Koşarak çevremizi sarıp sarmalıyor. Ölüm gerçeğini görürüz. Ahlak ile ahlaksızlığın, sağ ile solun, sevgi ile sevgisizliğin, aile ile bireyin, itaat ile isyanın, sorumluluklar ile boş vermişliklerin, siyah ile beyazın, gece ile gündüzün, ev ile sokakların, Akdeniz ile gökyüzünün, delilik ile aklın tam ortasındayız. Araftayız. 'Ben'deyiz. Çünkü Tezer hiçbir yere ait olamayanların yazarı.

"Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki."

Hemen hemen bütün kadın yazarların kendini merkeze alarak yazdığını dile getiren eleştirmenler tarafından Özlü "yazın mührü olan kadınlardan" şeklinde tanımlanıyor. Oysa kendi tecrübesini merkeze almayan insan var mıdır ki bir yazar olsun?

Araf 26 Mart 2019 14 Mart 2020

1 yorum:

  1. Teşekkürler böyle keyfli bir yazıyı paylaşımda bulundurduğunuz için...

    Ben bazı cümlelerde kaybolurum bu yazıda da şahsen öyle bir yere denk geldim...

    Kusursuz bir insan olarak yaşamak ...
    ve normal bir insan gibi ölmek...

    YanıtlaSil

Uzlet Türküsü

  Azık ettim geçmişi kendime Yolum uzun sırtım terli ama gözümde bir direnç var Yanımda bir buruk nota bir yarım güfte Tamam olmayı be...