Hz. Adem ve Havva
dünyaya geldiğinde nasıl bir tabloyla karşı karşıyaydı? Aklımızın alamayacağı
kadar berrak suların ve bakir ormanların egemenliğine bakıp “Cennet varken
burası da ne amaçla yaratılmış ola ki?” Demiştir belki de. Bugün biz görsek
küçük dilimizi yutardık hal bu ki.
Ağaç yapraklarından
elbiseler yapmayı, zehirli yılanlarla, dinozorlarla, mamutlarla aynı ormanda uyumayı,
aynı nehirde yıkanmayı kaçımız isterdik? Haydi ellerimizle kurduğumuz koca Matrix’e
meydan okuyalım! Küresel bir ayaklanma başlatalım ve ilkel yaşama geri dönelim.
İnsanın ilk yuvası olan ormanlarımıza gidelim.
Değil fabrikaların
atıklarından zehirlenen canlıların varlığı, tarımın bile çok uzak bir ihtimal
olduğu dönemlere yolculuk edelim. Kaçımız cesaret edebilir yeşilin, mavinin,
insanın, canlının en ilkel haline dönmeye? Ve kaçımız başarabilir bu ilkelliği?
Ayrıca çok merak ediyorum Greenpeace acaba bu fikre ne der?..
Estetik ve İkizi
Vahşi ve ilkel
dünyanın eşsiz estetiğini görmezden gelen yeni bir dünyada yaşıyoruz artık.
Oysa ki Tiyatro ve İkizi adlı yapıtında Antonin Artaud bunun tam tersini
savunuyor. Ona göre vahşilik tiyatronun ikizidir. İnsanın ilkelliği göz yumulacak
bir gerçek olamaz.
Tiyatral estetik özdeşleşme
ve başkalaşma deneyimi sağlandıkça başarılı olabilir. Bu da ancak sahnede görsel
şamata, renk ve ışık oyunları, duyuları zorlayan ve güçlü sonik titreşimler,
magnetik yoğunlaşmalar, çıkış yeri belirsiz yankılar, çığlıklar, iniltiler ile
sağlanabilir. Böylece vahşi estetik insan duyuları üzerinde etkinlik kazanır.
İlkel Estetik
İnsanın içinde bir
yerlerde sürekli kuluçkada bekleyen yabanıllığı ile yüzleşmesi gerekiyor. Çünkü
ilkellik sahte ve hayali, sadra şifa olmayan birşey değildir. Bilakis bununla
yüzleşmek hepimiz için faydalı olacaktır.
Son zamanlarda
dikkatimi çeken Alman müzik grubu Faun bu konuda çok başarılı. İlkel, temel ve
rastgele bir estetik anlayışını sunuyor dinleyenlerine. Yarı insan yarı keçi
bir yaratık olan Faun’un ismini almaları ise bunu ortaya açıkça koyuyor. Özellikle
Almanca’nın kendine has dil estetiği ile birleşince metal ve beton yığınlarına
hapsolmuş hayatlarımızdan koparıyor bizi.
Oomph! adlı rock
grubunun Labyrinth adlı klibinde de labirente sıkışmış küçük bir kız
gösterilmektedir. Koridorlarda birçok kapı ve oda olmasına rağmen labirentten
kaçamaz. Bu gerilim tanıdıktır! Çağdaş yaşamın insana yutturduğu birçok şeyden
kaçamayışımız ile özdeştir klibin çatışması.
Seçme hakkını
kullanabilirsin ama çıkamazsın çünkü benim esirimsin diyen sistemin
kurbanlarıyız. İlkelliğin ve özgürlüğün artık çok uzağındayız. Küresel köy
dediğimiz ama hiç de köye benzemeyen bir yerde hapis yatıyoruz. “Labirentteyiz”.
İnceltilmiş zevklerin, işlenmiş etlerin, salgın hastalıkların, hastane
koridorlarının mahkumuyuz. Gökle beraber nefes alan değil göğü delen adamlarız
artık.
İlkel Dil Estetiği: Türkçe ve Almanca
Dilbilim teorilerinden
biri doğadaki seslerin taklit edilmesi yoluyla dillerin ortaya çıktığını öne
sürer. Bu açıdan ilkel estetiğin birçok dilde de var olduğunu görebiliriz ama
ben özellikle iki dil üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan birincisi Alman Dili.
Kimilerinin çok kaba dediği Almanca dil estetiği ile ilkelliğin fonetik
damgasıdır. Ancak bir dil daha var ki kültür felsefesi ile de yaşam pratikleri
ile de ilkellikle medeniyeti nasıl buluşturduğunu çok güzel gösteriyor.
Eski Türkçe’nin
fonetik yapısı doğal seslerde olduğu gibi, “kaba”. Bu da değineceğimiz ikinci
dil. Törpülenmemiş ve kendiliğinden gelişmiş ilkel bir estetiği barındırıyor
Türkçe. Bu açıdan iki dilin de estetik kodlarında acaba bir benzerlik olabilir
mi? Doğadaki kabalığın, yabanlığın ve rastgeleliğin seslerde yankılandığı bu
iki dil tam da Artaud’un bahsettiği şeyi işaret ediyor.
Blok flüt ile
sokaklarda çıplak ayak koşan çocuklar gibi vahşi ve törpülenmemiş. İstenmeyen
kaba seslerden arındırılmamış diller. Ormanları önce yok edip arkasından da
barışın rengini ormanlardan alan sivil toplum kuruluşları kurmak gibi, bir
madalyon iki yüz çelişkisinden uzak. Olduğu gibi, kendi halinde ve iddiası da
burada yatan bir estetik anlayışı.
Estetik Tornadan Geçirilmez
Bugün konuştuğumuz
Türkçe ile Eski Türkçe arasındaki uçuruma baktığımda aklıma şu soru takılıyor.
İddiasını ve güzelliğini ilkelliğinden alan dilimizi devam ettirmek varken
neden törpüledik sürekli? Kendimizden niçin taviz verdik?
Şimdi soruyorum çünkü
ayakkabılarımızı çıkarıp toprağa basalım istiyorum. Yani solucanlardan endişelenmeden
ağaç kökleriyle sarılalım. Hz. Adem ve Havva’nın cennetten kovularak düştükleri
yerde olsaydık muhtemelen korkacaktık çünkü.
Korkularımız bize
milyon dolarlara silahlar yaptıracaktı. Ağaç gövdelerinin, deniz canlılarının gün
gelip bizden intikam alacağını hiç hesaba katmayacaktık. Seçme hakkımız vardı
ve biz onu kullanmıştık çoktan. Zaman ilerledikçe de ilkel ve vahşi olan her
şey bize itici gelmeye başlayacaktı. Şimdi labirentin hangi kapısından girersek
girelim ilkel estetik her zaman “kaba” olarak yaftalanacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder